28 Ocak 2013 Pazartesi

Ateşi Nasıl Düşürüyorsun? Hastalık Sırasında Yükselen Vücut Isısı Düşürülmeli Mi?





Kızım için ilaç kullanmadığımı duyan herkesin ilk sorduğu soru genellikle "Ateşi nasıl düşürüyorsun?" olur. Sorunun alt metninde "Ateş çıkarsa mutlaka düşürmek gereklidir." ifadesi gayet net anlaşılabiliyor. Bu düşüncenin temel nedeni de Türk halkının havaleden korkması sanırım.

Bir önceki hastalık yazımda tecrübelerimi paylaştım. Bu yazımda ise sadece bir takım tıbbi bilgiler paylaşacağım, çünkü temelde anlatacaklarımla ilgili hiçbir tecrübe yaşamadım. E, tıp uzmanı da olmadığıma göre, ben kimim ki tıbbi bilgi paylaşıyorum? 

Esasen hastalıkla savaşmak üzere yükselen vücut ısısını ilaç ile düşürmek daha büyük risk taşımasına rağmen, ben bebeğine ilaç vermeyi reddeden bir anne olarak, yüksek ateşin tetiklediği herhangi bir rahatsızlıkta günah keçisi olarak ilk suçlanan kişi olacağım. Hatta belki de suçlayan kişi de kendim olacağım (bir annelik ikilemi...). Bu nedenle yüksek vücut ısısının olası nedenleri ve muhtemel sonuçları hakkında, ilaç kullanan annelerden çok daha fazla bilgi sahibi olmam ve yüksek ateşle seyreden hastalıklarda, çok daha fazla tetikte olmam lazım. İşte bu nedenlerle hastalık sonucu ortaya çıkan yüksek ateş hakkında olabildiğince çok araştırma yaptım. Bebeğim hastalandığında da hep tetikteyim, edindiğim bilgileri sürekli tazeliyorum ki herhangi bir hata yapmayayım. Şimdi de bu bilgilerimi paylaşacağım. Ama tıp uzmanı olmadığım, sağlık sektörüyle uzaktan yakından alakam da olmadığı için elbette okuduklarımı ya da sorularıma aldığım cevapları yanlış yorumlamış olmam mümkündür. Eğer herhangi bir düzeltme yapacak birisi varsa, eleştirisini kızım ve kendim adına büyük mutlulukla kabul ederim. Ne de olsa, hatanın neresinden dönsek kârdır.

Öncelikle tekrar belirtmek isterim ki kızım temel olarak sağlıklı bir bebek. Ailemizde herhangi bir havale öyküsü yok, kızımda epileptik krizler hiç yaşamadık, menenjit olmuş birisiyle hiç karşılaşmadık vs vs. Yani herhangi bir risk öykümüz yok. 

Olağan kış hastalıklarında (grip, üşütme, soğuk algınlığı, nezle vs) sıklıkla vücut ısısı yükselir. Zira vücuda giren mikroplarla savaşan bünyenin savaş silahları zaten azdır. Bunlar öksürme, hapşırma, burun akıntısı ve en etkilisi de vücut ısısını yükseltmedir, ki biz buna yüksek ateş diyoruz. Yüksek ateş vücudun mikroplarla savaşta en etkili silahıdır. Hastalığı esnasında bebeğini dikkatli gözlemleyen her anne bilir ki yüksek ateşle başlayan hastalık daha kısa sürer. Ateşsiz seyreden hastalıklar ise sürünür de sürünür, bir türlü iyileşmez. 

Ateş, bulaşıcı hastalıklarda vücudun gösterdiği bir tepki mekanizmasıdır.

Termoregülasyon denilen bu durumda sadece ateş çıkmaz. Ayrıca: Uyku artması, iştahsızlık, anemi ve (erişkinlerde) seks dürtüsünde azalma da olur.


 1- Uyku artması: Ateşin yükselmesi ile birlikte, vücudun oksijene ve diğer besleyici maddelere ihtiyacı çok artar. Uykunun artması ile birlikte, vücut istirahat durumuna geçtiği için bu maddelerde tasarruf sağlanmış olur. Ateş ilaç verilerek suni olarak düşürüldüğünde, çocuk uyanır, hareketlenir ve bu ihtiyaç maddelerini savurgan bir şekilde tükettiği için, vücut zayıf düşer, hastalığın iyileşmesi daha uzun bir hal alır.

2- İştahsızlık: Ateş yükselmesi ile birlikte, vücut önemli organlara daha fazla oksijen ve diğer gerekli maddeleri taşıyabilmek için, sindirim sisteminden kan çeker. Bu durum iştahsızlığa sebep olduğu gibi, eğer sindirim sitemi dolu ise, bunların kısa sürede kusma ve ishal ile atılmalarına da sebep olur. Bu durum ishal ve kusmalı hastalıklarda görülenlerden farklıdır, onlardan çok daha kısa sürer.

3- Anemi durumu: Serbest demir, bakteriler için "büyüme hormonu" gibi etki ettiğinden, bakteriler demiri bol bulduklarında daha rahat bölünebilir, yani çoğalabilirler. Vücut bu duruma mani olabilmek için, demiri depolara çeker. Bu sebeple, ateşli durumlarda yapılan kan tahlillerinde, kan değerleri düşük bulunur. Yüksek vücut sıcaklığında bakterilerin çoğalmasını sağlayan demir, çinko ve bakır miktarları azalır. (http://www.ilmimercek.net/makale/112932/vucut-sicakligini-kontrol-altinda-tutan-mukemmel-sistem)

4- Erişkinlerde; seks dürtüsünün azalması da, enerji tasarrufu için vücudun aldığı bir tedbirdir. 


Ateş, hastalıkla savaşta insanı dinlenmeye zorlamak için özel olarak ayarlanmış bir güvenlik önlemidir. Bu nedenle ben ateşi severim, ateşim yükseldiği zaman hemen bunu dinlenmek için bir uyarı kabul ederim. Olabildiğince yatarak ve sıvı tüketerek vakit geçirmeye çalışırım. Ağır gıdalar sindirim sistemini meşgul eder ve vücut ısısının iyice yükselemesine neden olurlar, hastayken olabildiğince rahat sindirilebilecek gıdalar tüketmek gereklidir. (http://www.anneoluncaanladim.com/yazarlar/21/kadir-tugcu/1595/atesin-yan-bulgulari-ve-sebepleri, Amerikan Pediatri Akademisi Üyesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Kadir Tuğcu)

Neler yenilebilir: Tam tahıllı ekmek, meyve, haşlanmış veya buharda pişmiş sebze, meyve suyu ve sebze çorbaları ve nedeni tam olarak ispatlanamamış olsa da gribe karşı etkisi kanıtlanmış olan tavuk suyu çorbası (Prof. Dr. Mehmet Öz ve Prof. Dr. Michael F. Roizen, Siz/Kullanma Kılavuzunuz, Koridor Yayıncılık, 2005). Neleri yemekten kaçınmalıyız: Kızartmalar, sindirimi zor çiğ gıdalar (olgunlaşmış meyve, pişmiş sayılır), et ve türevleri, aşırı yağlı yiyecekler, çikolata ve türevleri, paketli hazır gıdalar vs. Zaten hasta iken insanın vücudu, neyi yiyip neyi yememesi gerektiğini gayet net belli eder. Ben kızımın da hasta iken yaptığı yemek seçimlerine ve yememe tercihlerine saygı gösteriyorum, yemesi için zorlamıyorum (emzirmenin rahatlığı). 

Besinlerin hücrelerimizde metabolik olarak yıkımı (yani sindirim) ısı enerjisi açığa çıkarır. Yüksek enerji veren besinler yemek, sıcak içecekler içmek vücut ısımızı arttırır. Vücut ısımızı arttıran en büyük kaynak iskelet kaslarımızın kasılmasıdır. Kas kasılması ısı enerjisi sağlar. (http://www.ilmimercek.net/makale/112932/vucut-sicakligini-kontrol-altinda-tutan-mukemmel-sistem)

İşte ateşimiz yükseldiğinde tüm bunlardan uzak durmamız gerekiyor. Sindirime az zaman ayırması için bebeği yemek yemeye zorlamamak lazım (anne sütü sindirimi en kolay besindir, bol bol emebilir bebek). Zaten ateşi olan çocuğu, şifa olur niyetiyle sıcak içecekler içmeye zorlamamak gerekir. Ayrıca ateşi yüksek olan çocuğun olabildiğince az hareket ederek dinlenmesi gerekir. Eğer zaten ateşli olan çocuğu hastanenin acil servisine, şehrin diğer ucundaki doktoruna, kan ve idrar tahlili yaptırmaya filan taşıyıp durursak, vücut ısısı iyice yükselecektir. Bunu da akılda tutmak gerekiyor.

Yüksek ateşin çocuk açısından faydalarından birisi de budur: Çocuk paralize olur, ateş nedeniyle hareket edemez hale gelir ve bu şekilde enerjisini sadece mikroplarla savaşa harcayabilir. Ateş yükselmesi, insan bedeninin hastalıkla savaşma belirtisidir ve insanı dinlenmeye ve yatmaya zorlar. Böylece vücudun ihtiyacı olan enerji; yürümek, gezmek, çalışmak vs. gibi günlük aktivitelere harcanmamış olur. (http://www.ilmimercek.net/makale/112932/vucut-sicakligini-kontrol-altinda-tutan-mukemmel-sistem). Eğer çocuğun ateşini düşürürseniz, doğal olarak kalkıp oynamak isteyecektir ve bu da hastalığın iyileşmesini zorlaştıracaktır. Ben de hastalandığımda fiziksel ve zihinsel efor gerektiren her türlü etkinlikten kaçınırım. Çocuk bunu bilinçli yapamaz elbette, içindeki oyun oynama ve hareket etme dürtüsünü yok edemez. Yüksek vücut ısısı, çocuğu hareketsiz kılarak çocuğun enerji kaybetmesini engeller.


  • Peki ya ilaç kullanmadığımız için ateş ölümcül derecede artarsa?
Normal, sağlıklı bir insanda bu da mümkün değil. 

Ateş tehlikeli boyutlara ulaştığında vücudumuzda salgılanan kortizol hormonunun mucizevi bir etkisi ortaya çıkar. Kortizol hormonu farklı etkilerinin yanı sıra tehlikeli ateşin durması için de yaratılmıştır. İnsanın yüksek ateşten ölme tehlikesi ile karşılaştığı durumlarda kortizol devreye girer ve ateş merkezini aktive eden IL-1 maddesinin üretimini durdurarak ateşi düşürür.(http://www.ilmimercek.net/makale/112932/vucut-sicakligini-kontrol-altinda-tutan-mukemmel-sistem)

Hiçbir insanın ateşi 43 derece olmaz, insan vücudu buna izin vermez.  Ama ateşin mutlaka düşürülmesi gereken kimi olağanüstü durumlar olabilir. Mesela vücudunuzda bir kist vardır ve patlamıştır. İltihap kanınıza karışıp, vücudunuza yayılmaktadır ve acilen ameliyata alınmanız gerekmektedir. Yüksek ateş ile ameliyata da alınamayacağınız için acilen vücut ısınızın düşürülmesi gerekmektedir. Bu durumda tüm ateş düşürücü ilaçları kullanırsınız elbette. Ama buna karar verecek olanlar doktorlardır. Yoksa evde kendi kendine otururken, çocuğun ateşi çıktı, bir düşüreyim derseniz, bir hastalık belirtisini yok ediyorsunuz demektir. Bu da hastalığın teşhisini güçleştirebilir. Ayrıca yukarıda verdiğim örnekte bile, tüm hastahane koşullarında verilen tüm ilaçlara rağmen ateşin düşürülemediğini ve son çare olarak hastanın buzlu torbaların içine yatırıldığını da gözlerimle görmüş biriyim ben. Yani o ateşin düşmeyeceği varsa, çocuğa bir şişe ateş düşürücü şurup da içirseniz, ateşi düşüremeyebilirsiniz. Ben annelerin kendi aralarında "Eğer ateş ısrarcı ise, yani düşmüyorsa ya da çıkıp çıkıp iniyorsa, ateş olsun olmasın 3-4 saatte bir düzenli olarak şurup ver." ya da "Şu iki şurubu kullanan. Her 3 saatte bir birini, diğer 3 saatte diğerini kullan" gibi önerilerde bulunduklarını çokça duydum. Tabii bu önerilerde bulunanlara kimse "Doktorculuk oynama" demez ama birisi çıkıp da "Ateş ısrarcıysa düşürme, biraz oturup gözlemle, belki tahmin etmediğin bir hastalığın belirtisidir" dese hemen "Doktor musun, sen de kim oluyorsun?" diye sorulur. Ben ister kimyasal ister bitkisel olsun, her türlü ilacın kullanım şekli ve dozunun kişiden kişiye değiştiğini düşünüyorum. En azından ilaç içerikleri farklı. En azından çocukların kiloları ve bünyelerinin kaldırabileceği ilaç miktarı farklı. Bu nedenle ister kimyasal, ister doğal olsun; ilaç tavsiyesinde pek bulunmam. Hele hele ki kimyasal ilaçları tavsiye etme yetkisinin ancak doktorlarda olduğunu düşünürüm. O nedenle kızıma kullandığım ilaçların isimlerini ve verdiğim dozları asla paylaşmam.


  • Peki ateş ölümcül derecede artmasa bile ya çocuk havale geçirir ve sakat kalırsa?

Vücutta ısının yükselmesi ile bütün dokuların oksijen ihtiyacı çok artar. Bunu karşılayabilmek için kalbin ve solunumun hızlanması gereklidir. Yani yüksek ateş, kalp atış hızını ve nefes alıp verme sayısını da arttırır ve böylece kalbe ve akciğere de yük bindirir. Bu nedenle yatıp dinlenmek en iyisidir. Ama buna rağmen oksijen ihtiyacı yeterli gelmezse vücut, ilave kanı önemli organlara göndermek için el, ayak, yüz gibi organlarda vazokonstriksiyon yapar. Buna da tıp dilinde konvülsiyon, halk arasında da havale adı verilmektedir. 

Kalp hızının normalden fazla olduğu altı aylıktan küçük çocuklarda bu sebeple havale görülmez. 

Altı ay ile dört yaş, çocuklarda havalenin en sık görüldüğü devredir. 

Bu yaşlarda ateşin yükselmesi ile vücudun ısınarak kalbi ve solunumu hızlandırması gereklidir. Eğer ateş hızlı yükselir ve vücut buna ayak uydurarak kalbi ve solunumu hızlandıramaz ise beyin, gelen oksijeni yeterli görmeyerek, tasarruflu çalışmak ve fazla oksijen tüketmemek için vücut ile olan irtibatı keser (benzer durum aşırı ağrı uyarısı ile de olur, şahıs bayılır). İrtibatın kesilmesi ile vücut, deserebrasyon durumuna geçer. Spinal uyaranlarla kasılmalar ve havale dediğimiz tablo ortaya çıkar. Bunun sonucunda kalp ve solunumun hızlanması ile, beyine yeterli oksijen gelmeye başlar ve beyin eski fonksiyonlarına geri döner. 

Ateş yavaş yükselir ve vücuda ısınması için zaman tanırsa, havale gelmez. Yani ateşi 40 dereceye çıkmış bir çocukta havale beklemek boşunadır. Böyle bir çocuk, ateş düşürücü ilaç verilmeden, yani iç ısısı düşmeden soğuk tatbik edilirse ve dış ısı düşürülerek kalp ve solunum yavaşlatılırsa havale gelebilir. Bu sebeple ateşli çocuklarda soğuk tatbiki gereksiz ve zararlıdır. (http://www.anneoluncaanladim.com/yazarlar/21/kadir-tugcu/279/ates-ve-tedavisi, Amerikan Pediatri Akademisi Üyesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Kadir Tuğcu. Ayrıca söz konusu doktorun bu makalesinin bilimsel olmadığını iddia edenler olduğunu biliyorum. Söz konusu bu makale, Hacettepe Üniversitesi, Toplum Hekimliği Bülteni'nde bilimsel atıfları ile birlikte yayınlanmıştır: http://www.thb.hacettepe.edu.tr/arsiv/2002/sayi_2/baslik2.pdf).

Üstelik kendisi bu yorumda bulunan tek doktor da değildir:

Havale nöbetleri genellikle 6 aylık ile 5 yaş arasındaki çocuklarda olur. Çoğu zaman yüksek ateş ile beraberdir. Ancak ateşin yüksekliği ile havale geçirme arasında her zaman bir ilinti yoktur. Yani bazılarında çok yüksek ateşte havale olmazken, bazı bebeklerde daha düşük ateşlerde bile havaleye rastlanabilir.(http://www.genetikbilimi.com/genbilim/bebeklerde.htm, Uzm. Dr. Esra Özaydın). Ateşli havale ise, ateşin kaç dereceye yükseldiğinden çok ne kadar hızlı yükseldiğiyle ilişkilidir. Genellikle, ateşin çıktığı farkedilmeden önce havale görülür. Ateşli havale, ailesel risk taşıyan ( anne, babanın da çocukken ateşli havale geçirmiş olduğu aileler ) 6 ay- 5 yaş arası sağlıklı çocuklarda görülür. O anda aileye yaşattığı korku ve panik bir yana, ilerisi için kalıcı bir hasara, zihinsel gelişimde geriliğe yol açmaz.(Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Nilüfer Toprakçı, http://www.sagliklicocuk.com/sc01/crklr/file/gncl/ates.asp)


  • Peki havalenin hiç mi zararı yok?

Çocukların %4-5 inde hayatlarında en az bir kez havaleye rastlanırken, bunların yarısında bir kereden sonra havale görülmez. Eskiden, havale geçiren çocuklarda mutlaka beyin hasarı kalacağı düşünülürken, bunun doğru olmadığı artık anlaşıldı. Önemli olan havalenin kendisi değil, havaleye neden olan hastalıktır. Bu iyi tedavi edilmediği taktirde hasar kalabilir. (http://www.genetikbilimi.com/genbilim/bebeklerde.htm, Uzm. Dr. Esra Özaydın)

Tek bir nöbetin beyinde hasar oluşturduğu, IQ'da düşüş yaptığı veya çocuğun kişiliğinde değişiklik oluşturduğuna ait bilimsel herhangi bir veri yoktur. Doktor ya da ebeveyn tarafından oluşturulan fazla korumacı yaklaşım, konvülziyondan daha ciddi sonuçlar doğurabilir. Tekrarlayıcı nöbetlerde, nöbet kontrolü sağlanıncaya ve/veya neden belirleninceye kadar belirli kısıtlamalar getirilebilir. (http://www.turkpediatriarsivi.com/sayilar/39/1-.pdf, Doç. Dr. Nimet Kabakuş, Türk Pediatri Arşivi, 2004; 39: 101-5). Ayrıca söz konusu makalede havalenin ortaya çıkış nedenleri tek tek sayılmaktadır. Başlı başına ateşin varlığı havale nedeni olarak gösterilmemiştir. Ateşe neden olan enfeksiyon, çocukluk çağı havalesinin başlıca nedeni olarak gösterilmektedir. Yine ilgili yazıda havale getiren çocuğa nasıl davranılması gerektiği, neler yapılması gerektiği de anlatılmaktadır ki eğer okursanız göreceksiniz, ailesinin yapması gerekenler arasında ilaçlı müdahale, hele hele fitil sokma gibi tavsiyeler kesinlikle bulunmamaktadır.

Aranırsa pek çok kaynak bulunabilir, hepsi de birbirinin aynı sonuçlara varıyor. Bu konuda başka bir kaynak, bir Uzmanlık Tezi, Bakırköy Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne 2008 yılında Dr. Pınar Uysal tarafından sunulmuş: http://www.istanbulsaglik.gov.tr/w/tez/pdf/cocuk_sagligi/dr_pinar_uysal.pdf

Söz konusu makalenin 15. sayfasının son paragrafını okursanız basit febril nöbet ile kompleks febril nöbet arasındaki farkı görebilirsiniz (38 derecenin altında, halk arasında soğuk havale denen nöbete de göz atmak isterseniz, 16. sayfada afebril nöbet başlığına bakabilirsiniz. Ayrıca ilaçlara bağlı, toksik zehirlenme nedeniyle de nöbetlerin ortaya çıkabileceğine ilişkin 17. sayfadaki toksik nöbetler başlığına bakabilirsiniz. Hatta daha da ilginci annenin tercihi ile sezaryen ile doğan bebeklerde (elektif sezaryen), acil bir nedenle sezaryen sonucu doğan bebeklere kıyasla %1 ihtimal daha fazla kompleks (yani birden fazla) havale geçirme olasılığı olduğuna ilişkin makalenin 19. sayfasının ilk paragrafını okuyabilirsiniz. Hatta anne sütü almayan çocuklarda havale riskinin arttığını da 20. sayfada okuyabilirsiniz). Makalenin başlangıcındaki Latince sizi caydırmazsa, ilerleyen sayfalarda her birimizin gayet net şekilde anlayabileceği üzere, basit (bir defalık) havale ile kompleks (birden fazla geçirilen) havale nedir, gayet net açıklanmış. Makale temel olarak epileptik (afebril) havale ile ilgili olsa da, normal havale ile karşılaştırmalı olarak anlatıldığından, havale konusunda çok aydınlatıcı bir yazı olmuş.


  • Peki, havale sonunda sakat kaldığı söylenen çocuklar yok mu?
 Bu sakatlıkların nedeni havalenin kendisi değil, havaleye neden olan hastalıklar. 

Basit yani gün içinde bir kere geçirilen, tekrarlamayan ve 15 dakikadan kısa süren havale sonucu meydana gelen sakatlıklarda genellikle menenjit veya ensefalit sorumlu oluyormuş, bunun da tek önlemi aşılarmış: http://www.anneoluncaanladim.com/forum/forum_posts.asp?TID=11407

24 saat içinde tekrarlayan veya 15 dakikadan fazla süren (yani kompleks) havalelerde ise  ancak geçici sakatlıklar oluşabiliyor ve 1-2 günde düzeliyormuş. Yukarıda atıf verdiğim gibi (Dr. Esra Özaydın'ın makalesi) çocukların %4-5 inde hayatlarında bir kez havaleye rastlanırken, bunların yarısında bir kereden sonra havale görülmez. Yani havalenin tekrarlama riski çocukların ancak %2'sinde ikinci defa, ikinciyi geçirenlerin de ancak yarısı üçüncü havaleyi geçirmekteymiş . Bunların da ancak %0.4 kadarında 1-2 günde geçen sakatlıklar görülebiliyormuş (Dr. Fatma Tufan, Uzmanlık Tezi, http://www.istanbulsaglik.gov.tr/w/tez/pdf/aile_hekimligi/dr_fatma_tufan.pdf, s. 7-8 ve 22).

Dr. Fatma Tufan'ın tezi de gayet anlaşılabilir günlük bir Türkçe ile herkesin anlayabileceği şekilde yazılmış. Havalenin olası nedenlerini, nasıl meydana geldiğini, havale sonrasında doktorların ve ailenin yapması gerekenleri etraflıca anlatmış. 


  • Peki yüksek ateş ile seyreden hastalıklar açısından dikkat edilmesi gerekenler neler? Ateşin yükseldiğinde veya kızının ateşi yükseldiğinde sen ne yapıyorsun?

Benim açımdan en dikkat ettiğim hastalık, doktorların bile rahatlıkla gribal enfeksiyon ile karıştırabilecekleri romatizmal ateş: http://pedkard.uludag.edu.tr/cocukkard/kkh%20bilgi/Ara.htm
Bu rahatsızlık daha çok 5 yaşından sonra görüldüğüden, şimdilik kızım risk altında değil. Ama dikkate alınmazsa vardığı sonuçlar çok rahatsız edici olduğundan, her zaman aklımın bir köşesinde...


Anjin, orta kulak iltihabı, ishal, idrar yolu enfeksiyonu ve nadiren zatürre, menenjit, tüberküloz gibi ciddi enfeksiyonlar da ateşin nedeni olabilir. Bu nedenle ateşi düşürmeden ateşin seyrini izlemeyi tercih ediyorum. Çocukta uyku hali, huzursuzluk, solunum zorluğu varsa, aşırı iştahsızsa ve sıvı alımını da reddediyorsa, şiddetli başağrısı varsa, ateşi düşse de genel durumu düzelmiyorsa veya ateş iniş çıkış yaşamadan 48 saatten fazladır sürüyorsa hemen doktora gitme zamanı gelmiş demektir.

Yukarıdaki resimde kızım ilk ciddi hastalığını geçiyor. Aynı zamanda dişi çıkıyor. Ateş yüksek ve huzursuz, ağlıyor. Ama genel görünümü iyi, baygın gibi bir hali yok, gayet dik oturuyor. Oyunlarımıza karşılık veriyor, bilinci açık. Meme emmeyi reddetmiyor. Dolayısıyla panik olmama ve ateşini düşürmeye çalışmama gerek yok. Ama ateşi olmasa bile nefes alıp vermesinde bir gariplik, neredeyse baygınlığa varacak bir hareketsizlik, tepkisizlik, yemeden içmeden tamamen kesilme, bir yerinin ağrıdığını düşündürecek şiddetli bir ağlama gibi tepkiler olsaydı saniye beklemeden doktora götürürdüm (ateşini yine de kesmezdim ki doktorun teşhis koyması için gerekli olan malzemeyi yok etmeyeyim).

Ben ateşi ölçmüyorum. Çünkü fark ettim ki ateş ölçmek benim sinilerimi bozmaktan başka işe yaramıyor. Kızımın düşük ateşte havale geçirmesi de mümkün. Düşük ateşte çok hasta olması ya da yüksek ateşe rağmen keyfinin gayet yerinde olması da mümkün. O nedenle ben sadece kızımın genel olarak keyfini ve ateşin iniş çıkış seyrini izliyorum. Ateş genelde geceleri daha çok yükselir. İlk gün yavaş yavaş artar veya ilk gece ya da ikinci gece tepe noktaya vardıktan sonra yavaş yavaş azalarak yok olur. Yani en azından benim kızımda böyle oluyor. Ben de bu seyri takip ediyorum. Eğer bu iniş çıkışlarda bir gariplik, olağan dışı bir durum sezersem ateşi düşük bile olsa doktora götürürüm. Ama eğer ateş düşürücü kullanırsam bu seyir tamamen bozulmuş olur ve ben herhangi bir hastalık belirtisini yok etmiş olmaktan korkarım.

Kızım 40. ayında ve şimdiye kadar 2-3 kaşık ateş düşürücü şurup almıştır. Sanırım hemen hepsi de gece yatmadan önce, ateşin en yüksek olduğu noktadaydı. Bir keresinde ateşi 41-41,5 gibi görünüyordu. Meme emiyordu ama elleri titriyordu ve uyumakta zorlanıyordu. Hastalıkla savaşması için güce de ihtiyacı olduğunu düşünerek bir kaşık şurup vermiştim. Ama biliyorum ki inatçı ateş, şurup da verseniz düşmeyebilir. Sonuç olarak kızım artık 40. ayında ve bu seneyi tamamen ilaçsız atlattı, artık titreme noktasına gelecek kadar ateşlenmiyor. Sanırım bağışıklık sistemi gitgide kuvvetleniyor. Ayrıca kızımla birlikte uyuyoruz. Kendi odasında yattığı zamanlarda da hastayken yanımda yatırırdım. Gece saat kurup da kalkıp ateşini ölçmek gibi bir adetim hiçbir zaman olmadı. Hala kızım çişi geldiği için gözlerini açsa, ben de onunla birlikte uyanıyorum. Kendim de hasta değilsem, kendim de ilaç almamışsam, kızımdaki en ufak değişikliği uykumda bile hissedebiliyorum. Ve ben tedirgin oldukça, çocuğu da tedirgin ettiğimi düşündüğümden, o hastayken olabildiğince rahat davranmaya çalışıyorum. Ayrıca biliyorum ki şimdi çektiği her acı ileride ona rahatlık olarak geri dönecek. Yukarıdaki resminde 9 aylık kadardı. Şimdi ise artık o kadar şiddetli ateşlenmiyor, ateşlendiği zaman da o kadar rahatsız olmuyor.

Kızım ateşlendiğinde tüm hastalık seyrini ve fiziksel tepkilerini dikkatle gözlemliyorum. Ateşten dolayı eklem yerleri ya da kasları ağrımışsa yorgun olup olmamasına göre ılık duş aldırıyorum, yağla masaj yapıyorum ya da ıslak havlu koyuyorum ağrıyan yerlerine. Elleri veya ayakları üşüyorsa sıcak su torbası koyuyorum. Ateşten dolayı terliyorsa kıyafetlerini sık sık değiştiriyorum. Yattığı yerde oyalıyorum; televizyon izlemesine izin veriyorum veya kitap okuyup masallar anlatıyorum. Hepsi bu...


  • Ateş düşürücü kullanmanın ne zararı olabilir ki, kullansak da çocuk da rahatlasa?

İnsan vücudu hayatta kalmak ve sağlıklı olmak üzere programlanmıştır. Dolayısıyla olağanüstü bir durum olmadıkça insan vücudunun verdiği her tepki, olması gereken tepkidir. Eğer vücut, ısısını yükseltiyorsa bir nedeni vardır.

Ateş, mikrobik hastalıkların ilerleyerek vücudun hasar görmesini engelleyen bir mekanizmadır. Yüksek vücut sıcaklığında bakterilerin çoğalmasını sağlayan demir, çinko ve bakır miktarları azalır. Ayrıca hücrenin sindirim organeli olan lizozomlar kolay bölünür. Lizozomlardan açığa çıkan parçalayıcı enzimler, hücreleri içindeki virüslerle birlikte öldürür. Yüksek vücut sıcaklığı, savunma hücreleri olan lenfositlerin de çoğalmasını sağlar. Aynı zamanda virüsleri öldüren interferon üretimi de artar (http://www.ilmimercek.net/makale/112932/vucut-sicakligini-kontrol-altinda-tutan-mukemmel-sistem).

Eğer ateş düşürücü kullanırsam bu işleyişin bir noktasına ket vuruyorum demektir. Dolayısıyla vücudun savaşmasını engelliyorum ve bu suretle de hastalığın süresinin uzamasına ve şiddetinin artmasına neden oluyorum demektir. Ayrıca ateş, çocuğun hareket etmesini de engeller. Ateşi düşürürsem çocuk daha fazla hareket etmye başlayacak ve enerjisini hastalıkla savaşmaya değil de boşa harcayacaktır. Bu durum da hastalığın süresini uzatıcı bir başka etken.

Ayrıca ateş, bir hastalığın belirtisidir. Eğer ateşi baskılarsam, hastalık belirtisini de yok ederim. Misal belki çocuk menenjit mikrobunu kapmış. Ateş düşürücü kullansam bile ateşin düşmeyip menenjitin beyne vurması ihtimali her zaman mevcut. Oysa ateşi düşürmeden gidişatı izlesem, belki vücudunun verdiği anormal bir tepkiyi fark edip, "Bu ateş normal bir grip ateşi değil" diyebilir ve vakit kaybetmeden doktora başvurabilirim. Aynı durum romatizmal ateş için de geçerli olabilir.

Havale geçirirse de ne yapacağımı biliyorum. 30 dakikadan kısa süren ve gün içinde tekrarlanmayan, bir kerelik havalenin zararı yok. Bir kere havale geçirmesi durumunda ikinciyi geçirmesi daha az ihtimal, üçüncüyü geçirmesi ise çok çok daha az bir ihtimal biliyorum. Bu havaleler sonucunda bir araz çıkarsa 1-2 gün içinde iyileşecek, öğrendim. Eğer kompleks havale geçiriyorsa, tekrarlayan havalelerde doktor önerisi ile fitil kullanabilirim, bunu da biliyorum. Zaten havale görüntü itibariyle kötü bir şey olduğundan, havale geçiren bir çocuğun doktora götürülmemesi imkansız. Ben aklıma kötü şeyler getirmem ama doktor kontrolünü de elbette ihmal etmem.

Sonuç itibariyle ben vücut ısısını düşürmemeyi tercih ettim. Bunun doğru seçim olduğuna inanıyorum. Ama bu demek değil ki ateşi çıkan çocuğumu ihmal ediyor, kendi haline bırakıyor "Saldım çayıra, Mevlam kayıra" diyorum. Bilakis ilaç kullananlardan çok daha dikatli ve düzenli gözlemliyorum, tepkilerini biliyorum ve anormal tepki olursa da tespit edebileceğime inanıyorum.

20 Ocak 2013 Pazar

Kış Hastalıklarında İlaç Kullanmadan İyileşmek Mümkün Mü?

Kızım hastayken komodinimizin görüntüsü böyle oluyor :) Sol üstte soğuk buhar makinesi, yanında doğal yağlarımız ki püskürtmeli şişede olanı masaj için kullanıyorum, sağda ön tarafa bal ve yemek için kaşık, sonrasında ağız silmek için ıslak el bezi, ki el bezini gerekirse ağrıyı azaltması için kompres olarak da kullanıyorum, içmesi için pipetli termosta su ve oyalanmak için de bol bol kitap...

Kızım 40 aylık ve henüz hiç ilaç kullanmadı. Üstelik ilk hastalığını 6 aylıkken geçirmişti, 12-14 ay civarında bir ara bronşiolit teşhisi de konuldu ve 3 senedir, her sene 2-3 defa hasta olur (senede 6 defaya kadar hastalanmayı doktorlar "normal" olarak değerlendiriyorlar). 6. ayından bu yana her gün, yaz kış sokaktayız. İnsanlarla bu kadar içli dışlı olan bir bebeğin hasta olmaması zaten mümkün değil.

Yani kızım ortalama her mevsim bir hastalık geçiriyor ama ilaç kullanmadan atlatıyor. Bunu duyan, gören herkes "Ateşi düşürmek için ne kullanıyorsun? Öksürük kesmek için ne kullanıyorsun?" diye sorarak doğal ilaç önerileri bekliyor benden.

Bu yazıda sıradan kış hastalıkları (grip, nezle, üşütme, soğuk algınlığı vs artık adına ne derseniz, viral hastalıklar) konusunda edindiğim tecrübelerimi paylaşmak istiyorum. Ama öncelikle belirtmem gerekiyor ki ben tıp doktoru değilim, tıp konusuna girebilecek hiçbir alanda uzmanlığım yok. Kızımı 1 yaşına kadar her ay, 1 yaşından sonra da ortalama 6 ayda bir doktora götürdüm. Kızım normal kiloda ve zamanında doğdu (yani düşük kiloda ya da erken doğmadı); akciğer, idrar yolları ve kulak-burun-boğaz ile ilgili herhangi bir hassasiyeti yok. Yani temel olarak sağlıklı bir bebek. Sadece baba tarafından alerjiye ve dolayısıyla alerjik astıma genetik yatkınlığı var (egzaması olduğunda doktorlar bu tahminde bulunmuşlardı).

Tüm bunları saydıktan sonra da şunu söylemek istiyorum: Ben ilacın her türlüsüne karşıyım. Bir hastalığı önlemek veya tedavi etmek ya da belirtilerini ortadan kaldırmak için her türlü yolla kullanılan maddelere ilaç denir (http://tdkterim.gov.tr/bts/). Ben, kızım hastalandığında haricen kullanılan yağlar haricinde hiçbir tür ilaç kullanmıyorum. Kendimde ise mecburen bazı bitkisel ilaçlar deniyorum.

Neden ilaç kullanımına karşıyım?

Öncelikle söylemek istiyorum ki ben ilaçlara tü-kaka diyenlerden değilim. İlaçların kimyasal mucizeler olduklarını ve insan hayatını da uzattıklarını düşünüyorum. Ama zorunlu olduğu zamanlar kullanılmalılar ki, gerektiğinde bünyeye etki etsinler. 

Neden kızım için ilaç kullanmadığıma gelince, ilk nedenim kendi bünyem. Annem, beni düzenli olarak çocuk doktoruna götürüyormuş. O da sağ olsun sık sık antibiyotik reçete ediyormuş. Diş minelerim kullandığım antibiyotiklerden dolayı sapsarıdır şu an. Ayrıca çok sık hasta olurum, hastalıklarımı da çok ağır geçiririm. Vücudum kendi kendini iyi etme yeteneğini kaybetmiş ne yazık ki... Ve en büyük korkum, antibiyotiklere bağışıklık kazanmış olmak... Eğer ileride gerçekten ağır bir hastalık karşısında antibiyotik kullanmak zorunda kalsam, vücuduma etki etmemelerinden çekiniyorum:

"Antibiyotiğe karşı oluşan bağışıklık, ilaç artık bakterilere karşı işe yaramamaya başladığında ortaya çıkar. Bu gibi rahatsızlıklarda tedavi zorlaşır, iyileşme süresi uzar ve daha uzun ve pahalı tedavilere başvurmanız gerekebilir. Hatta öyle ki bazı enfeksiyonlar ölüme kadar götürebilir. Uzmanlar bakterilerin bağışıklık gösteremeyeceği antibiyotikler oluşturmaya çalışsa da bu organizmalar yeni antibiyotiklere çabuk adapte olabilirler. Örneğin MRSA adlı bir bakteri bir zamanlar sadece hastanedeki hastaları etkilemekteydi, fakat bu bakterinin ilaca bağışıklık kazanan yeni bir formu artık tüm insanlarda enfeksiyon oluşturabilmekte." (http://www.ilacpedia.com/makale/antibiyotikler-yanlis-kullanimi-sizi-ve-cevrenizdekileri-riske-sokar). 


Antibiyotik direnci diye internet üzerinde arama yaparsanız, korkumun nedenini anlayabilirsiniz. Örnek bir bilimsel yazı için bkz. http://www.cocukenfeksiyon.org/sayilar/2/33-38.pdf

Kızımın bu tür bir riskle karşı karşıya kalmasını istemiyorum. O nedenle antibiyotik kullanmıyorum.

Antibiyotik direnci ispatlanmış bir bilimsel gerçek ama ben diğer ilaçlar için de aynı durumun söz konusu olduğunu düşünüyorum. Örneğin ömrü boyunca dağ başında bir köyde büyümüş ve ilaç kullanamamış bir insan, başı ağrıdığında bir tane aspirin alsa, ağrıyı geçirmekte yeterli geliyor. Oysa bizim gibi çocuk aspirinlerini şeker gibi içen bir nesil, kutu kutu aspirin içse hiçbir fayda göremez. Aynı şekilde düzenli ağrı kesici ya da spazm giderici kullananlar da gitgide aynı etkiye ulaşmak için doz arttırmak zorunda kalmaktadırlar. Buna "tolerans geliştirme" diyorlar. Kafeine karşı bile tolerans geliştirip, dozu arttırmak zorunda kalabiliyor insan, eğer sıkça kullanıyorsa.


Özellikle çocuğun ilk hastalıklarında ilaç kullanımının bağışıklık gelişimini olumlu ya da olumsuz yönde etkileyebileceğine de inanıyorum. Şöyle izah edeyim: Bebek hasta oluyor. Onu hasta görmekten tedirgin olan yetişkinler kaptıkları gibi soluğu doktorda alıyor. Doktor elbette biliyor ki viral bir hastalığı ilaçla iyileştirmek mümkün değil. Hani "ilaçla bir haftada, ilaçsız yedi günde geçer" derler, o hesap. Ama panik içinde kucağında ateşi olan ve öksüren, burnu akan, huzursuz, yemek yemek istemeyen vs bebeği ile gelen aileye (zira genelde çocuk; ana-baba, anneanne, babaanne, dedeler, halalar, amcalar vs hep beraber götürülür doktora) "Yapacak bir şey yok, eve gidip hastalığın bitmesini bekleyin" diyen hiçbir doktor Türkiye'de iş yapamaz. Hem hasta kaybeder, hem de adı kötü doktora çıkar. O nedenle zararının en az olduğunu tahmin ettiği semptom, yani hastalığın belirtilerini giderici ilaçlar verir bebeğe. Günümüz doktorlarının hastalığı tedavi etmek yerine, tetkik sonuçlarına karşılık sadece ilaç yazdıklarını sadece ben değil, doktorların bizatihi kendileri söylüyorlar: http://www.ahmetrasimkucukusta.com/2013/01/18/etibba-diyor-ki/17449/

Anne, bebeğe bu ilaçları kullanınca kendisini her şeye muktedir hisseder. O kadar ki çoğunlukla 1-2 hastalıktan sonra bebeği doktora götürmeye bile gerek kalmaz. Zaten her anne, her semptomu yok edecek ilacı bilir artık. Ateşi düşürmek için hangi ilaç, kaç saatte bir kullanılmalı; hangi ilaç öksürüğü keser, hangi ilaç balgam atmayı kolaylaştırır, hangi sprey burnu açar, hiç ilaç kullanmamış ben bile biliyorsam, tüm anneler biliyor demektir...

Ama sorun şudur ki, hastalığın semptomlarının giderilmesi, hastalığın bittiği anlamına gelmez. Yani çocuk artık öksürmüyor diye, içindeki mikrobu attığı ve hastalığı sonlandırdığı düşünülmemelidir. Sadece ilaçlar nedeniyle öksürememektedir.

Vücuda bir mikrop girince insan vücudunun çok az savaşma yöntemi vardır:
  • Vücut ısısını yükselterek mikropları öldürür.
  • Boğaza yerleşen mikropları öksürerek vücuttan dışarı atmaya çalışır.
  • Akciğere ya da nefes borusuna yerleşen mikropları balgam üreterek atmaya çalışır.
  • Burna, genze yerleşen mikropları sümük salgılayarak vücuttan atmaya çalışır.
E, şimdi biz kendi kendisine iyileşmeye, mikropları öldürüp kendisinden uzaklaştırmaya çalışan vücudun tüm bu savunma yollarını kesersek, yani ateş düşürücü ile ateşi düşürüp, balgam seyreltici ile balgamlı öksürüğü keser, öksürük kesici ile öksürüğü toptan keser, burun spreyleri ile burun akıntısını da yok edersek, bu vücut mikropları nasıl öldürecek? 

İşte bu nedenle ben kimyasal ya da bitkisel, hiçbir ilaç vermiyorum kızıma. Onun bünyesi sapasağlam. Bu da ona en büyük hediyedir. Bu hediyenin kıymetini biliyorum ve bağışıklığını ellerim ile güçsüzleştirmek istemiyorum. Atlattığı her gripten sonra biliyorum ki artık o virüse ve türevlerine karşı bağışıklığı var ve bir daha aynı tür virüsle karşılaştığında hasta olmayacak. Her hastalığı, onun için bir hediye. Her hastalıkla birlikte, başka bir tür virüse karşı daha bağışıklık kazanıyor. Ve muhtemelen ileriki yaşamında, tıpkı babası gibi hiç hastalanmayan, sapasağlam bir insan olacak. Ben 1,5 aydır öksürüyorum. Kızım da aynı hastalığı 3 hafta sonra benden kaptı. İkimiz de yorgan döşek yattık, hastalığın ilk haftası. Çok çok ağır geçirdik. Üstelik maaile aynı yatakta yatıyoruz. Eşim ne benden, ne de kızımızdan hastalık kaptı. Belki de kaptı ama hastalandığını bile anlamadı. Çünkü o, ilaç kullanmadan büyütülen çocuklardan. Bağışıklık sistemi sapasağlam. Annesine ne kadar minnettar olsa azdır. Umarım kızım da ileride bu yazıları okursa, onun için verdiğim savaşı anlar... Çünkü bir annenin, hasta olan çocuğunun başında durup da hiçbir şey yapmadan sadece seyirci kalması, gerçekten çok çok zor bir imtihan...

Kızım hastalandığında sadece rahatlatmak adına şunları yapıyorum:
  • İstediği kadar, kuralsız emziriyorum. Özellikle hastalığı benden kapmışsa, benim vücudumda hastalığa karşı oluşan antikorlar, süt yolu ile kızıma geçip, doğal bir ilaç vazifesi görüyorlar.
  • Yemek yemek istemezse, asla zorlamıyorum (Hasta olan hiçbir canlı yemek yemez. Zira bünye hazım için enerji harcamak istemez; tüm enerjisini mikroplarla savaşmaya harcamak ister. Ayrıca orucun, yani yemek yememenin hastalık iyileştirici etkisi olduğu da savunulmaktadır: http://uzuncorap.com/2013/01/03/gunde-kac-ogun-yemeli/)
  • Kasları, eklem yerleri vs ağrıyorsa, eklem yerlerine ıslak havlu koyuyorum ve doğal yağlarla masaj yapıyorum. Bunu ateşi düşsün diye değil, sadece ağrıları geçsin diye uyguluyorum.
  • Sık sık banyoya sokuyorum. Ben kendim de banyo yapmadan iyileşemem. Ilık banyo vücudu rahatlatır. Ayrıca terle birlikte atılan atıkları da suyla birlikte vücuttan uzaklaştırmak gerekir. Eğer kızımı yıkayamıyorsam, çok halsizse, o zaman sirkeli ya da sadece sıcak suyla ıslattığım bir bezle vücudunu siliyorum. Bu da ateş düşürmek için değil, sadece cilt yüzeyini temizlemek için... Ama mesela nezle ise, burnu rahatlatmanın en iyi yolu yıkanmak. Kafadan aşağı su döktükçe sinüsleri boşalıyor, sümük salgısıyla beraber mikroplar da atılıyor ve burnu açılıp, rahat nefes aldığı için çok daha rahat uyuyor. Burnu açık olduğunda, öksürüğü de azalıyor. Ayrıca su, vücuttaki elektriği de atar. Zaten kızım hasta olsun olmasın, gece yatmadan önce, ya duş aldırırım, ya da ellerini, ayaklarını ve yüzünü yıkarım. Kendim de bu şekilde yıkanırım. Çünkü vücuttaki elektrik en çok sivri, uç bölgelerde birikir. Suyla elektriği atınca, insan rahatlıyor, gevşiyor, uyuması kolaylaşıyor...
  • Burnunu açık tutmaya çalışıyorum. http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2011/01/tkal-burun-nasl-aclr.html .
  • Bol bol sıvı teklif ediyorum. Teklif var, ısrar yok! Sürekli yanında su, portakal suyu, ballı bitki çayları, ayran, kefir vs içiyorum. Ona da küçük bardaklarda teklif ediyorum (büyük bardaklar gözünü korkutabiliyor, bitirebileceği miktarda görünce daha kolay içiyor). Çekici gelsin diye içine pipet koyuyorum vs. Bunlar da ilaç niyetine değil. Yani bir ilacın, ilaç etkisi gösterebilmesi için belirli bir miktarda tüketilmesi lazım. Mesela bir ağrı kesici, sekiz parçaya bölünüp de bir parçası içildiğinde etki etmez. Aynı şekilde ilaç niyetine, mesela ıhlamur içilecekse, belli bir miktarda içmek gerekir. Ben verdiğim hiçbir bitkiyi, ilaç etkisi yaratacak şekilde fazla miktarda vermiyorum. Biraz ıhlamur, biraz adaçayı, biraz haşlanmış meyve çayları vs vs. Yeter ki sıvı alsın. Sadece su içildiğinde, insanın içebileceği belli bir miktar var. Ötesini hem insanın canı istemez, hem de böbrekleri yorabilir. O nedenle değişik türde sıvılar teklif ediyorum.
  • Soğuk buhar makinesi ile odayı sürekli nemlendiriyorum. Yazın pek sık hasta olmaz kızım. Olduğunda da zaten cam pencere açık oluyor. Ama eğer klima çalışıyorsa, yazın da soğuk buhar makinesini çalıştırıyorum. Makinenin içine okaliptüs yağı (cold mix) ya da ada çayı (acı elma) yağı damlatıyorum. Hem antibakteriyel etkileri var, hem de burnu açıyorlar.
  • Öksürdüğünde bal teklif ediyorum. Macun kıvamında ve yendiğinde boğazı yakmayan bir Alman balı var. Onu kullanıyorum. Kızım geceleri öksürdüğünde uyanıp, kendiliğinden bal istiyor. Bal, aynı zamanda antibakteriyel olduğundan, boğazdaki mikroplarla da savaşılmasını kolaylaştırır. Balın doğal bir öksürük ilacı olduğuna ilişkin bkz. http://www.ahmetrasimkucukusta.com/2012/08/07/yazilar/tip-yazilari/astim/en-etkili-ve-en-zarasiz-oksuruk-ilaci/
  • Boğazı ağrıyorsa, ağrıyan bölgeyi defne yağı ile ovuyorum. Öksürüğü uyutmayacak kadar fazlalaştığında da sırtını defne yağı ile ovup, sıcak havlu koyuyorum. Ya da bunu yapmama izin vermiyorsa; ayaklarının altını, özellikle topuklarını defne yağı ile ovuyorum.
  • Üstüne hafif ve rahat kıyafetler giydiriyorum. Soğuk kış günlerinde bile bol penyeler giydiriyorum. Annelerimizden kalma bir alışkanlık ile terlersek iyileşeceğimizi sanırız. Oysa terlediğimiz için iyileşmeyiz, bilakis iyileştiğimiz için terleriz. Yani vücut ısısı yüksekse, ateş düşünce vücut da terler. O nedenle doğal olarak terlemediğimiz sürece, zorla, sıkı sıkı sararak terlemenin hiçbir anlamı yoktur, vücudu boş yere yorar. Bu nedenle çocuğa ince ve rahat kıyafetler giydirmek gerekir. Özellikle çorap da giydirmem ki kan dolaşımı olumsuz etkilenmesin. Ancak hastalık nedeniyle, tüm vücudu cayır cayır yanarken, el ve ayakları buz gibi olabilir. Bu durumda da en iyi çare sıcak su torbası... Kızım tüm kış boyunca sıcak su torbası ile yaşıyor zaten evin içinde. Hastalandığında da en iyi arkadaşı gene sıcak su torbası oluyor.
  • Şımartıyorum. Her ne isterse hemen yerine getiriyorum. Zaten hasta çocuk pek de fazla bir şey istemiyor. Salona bir hasta yatağı yapıyorum. İstediği kadar çizgi film izlemesine izin veriyorum. Hatta televizyonun karşısında, salonda uyumasına da ses çıkarmıyorum. Herkes hastalanınca biraz şımartılmak istemez mi?
  • Dışarıya çıkartıyorum. Oksijen hastalıkların iyileşmesini hızlandırıyor. Soğuk hava tıkalı burnu açıyor. Nasıl yapıyor, tam emin değilim ama sanırım soğuk hava kılcal damarların büzülmesine neden oluyor, yani viksin ya da okaliptüs yağının yaptığı etki gibi bir etki yaparak tıkalı burnu açıyor. Ayrıca herkes bilir ki sıcak havada burun daha çok akar, soğukta burnun akması durur. Daralan nefesi de açar serin hava. Ayrıca Güneş, yani D vitamini de hastalıkların iyileşmesinde etkilidir. Son olarak yazın denize girmesini de teşvik ederim. Hem banyo yerine geçer, hem de kafasını suya sokarsa, sinüsleri de boşalmış, burnu rahatlamış olur. Gece birden ateşi yükselen ve hafif baygınlaşan çocuğu kendine getirmenin en iyi yolu, bir battaniyeye sarıp balkona ya da kapı önüne çıkarmaktır.

    Macun kıvamındaki Alman balı, sağda acı elma yağı (adaçayı elması yağı) ve solda defne yağı.

    Son olarak eklemek istiyorum ki kızımı düzenli olarak aynı doktora götürüyorum. Ancak doktorumuza ateşten kormadığımı, ateşin ve öksürüğün faydalarını bildiğimi, beni rahatlatmak adına hastalık semptomlarını gidermek için ilaç vermek zorunda olmadığını söyledim. Söylemekle yetinmedim, davranışlarımla da bunu belli ettim. Kızımı bir kere bile acile götürmedim, "Çok hasta" diyerek erkene randevu almaya çalışmadım, doktorumuzu bir kere bile cep telefonundan aramadım. Doktorumuz da her hastalıkta bana verdiği ilaçların neye yaradığını, kullanırsak ne işe yarayacağını, kullanmazsak ne olacağını tek tek anlatıyor. Şimdiye kadar da hep kullanıp kullanmama kararını bana bıraktı. Mesela bronşiolit teşhisi koyduğunda ilk defa antibiyotik yazdı ve "Zatüree salgını var, önlem olarak yazıyorum" dedi. Önlem olarak yazdığı için, kızımın da gayet keyfi yerinde olduğu için bir hafta bekleme kararı aldım ve kızım kendiliğinden iyileşti. Ama eğer ben doktorumuzu bu şekilde rahatlatmış olmasaydım, doktorumuz kucağında hasta bebeği ile durmakta olan anneye "Bebeğiniz bir hafta daha hasta beklesin, bakalım zatüree mi, değil mi?" diyemezdi. Yani ilaç yazan doktorlara kesinlikle suç bulmuyorum. Sistemin ve insanların beklentilerini karşılıyorlar. Eğer kendi hastalığımızın ya da çocuklarımızın hastalığının sorumluluğunu biz yüklenmezsek, doktorlar neden yüklensinler ki?..

    "Bizi yoran ve bitkin düşüren sadece hastalığımız değil, hastalığa tahammül edemeyişimizden kaynaklanan sabırsızlık, endişe ve korku halidir." (J.J. Rousseau, Emile "bir çocuk büyüyor", 11. Baskı, Selis Kitaplar, İstanbul, 2011, s. 17)

    10 Ocak 2013 Perşembe

    Bulaşık Makinesinde Kimyasal Deterjan Yerine Ne Kullanılabilir?


    Bulaşık makinesinde deterjandan başka bir ürün kullanmak isteyince çok eleştiri almıştım. Efendim, makinelerin karmaşık çalışma prensiplerine uygun deterjanlar ancak fabrikalarda üretilebilirmiş filan falan...

    Bakın şu karmaşık (!) bulaşık makinesi nasıl çalışıyor (http://home.howstuffworks.com/dishwasher.htm)

    1. İçine su alıyor.
    2. En alttaki yuvarlak bölgede bulunan elektrikli tesisat ile suyu ısıtıyor.
    3. Otomatik olarak deterjan kapağını açıyor. Deterjan sıcak suyun içine dökülüyor.
    4. Üst rafın altında ve en altta bulunan pervaneler yardımı ile deterjanlı sıcak suyu bulaşıklara püskürtüyor.
    5. Kirli suyu akıtıyor.
    6. Bulaşıkların üzerine bu sefer temiz su püskürterek durulama yapıyor.
    7. Durulama suyunu boşaltıyor.
    8. İçindeki havayı ısıtarak, buharlı kurutma yapıyor.

    Elde yıkamaktan ne farkı var şimdi bunun?


    Ben 5-6 senedir bulaşık makinesi tuzu yerine limon tuzu kullanıyorum. Henüz makinemde hiçbir sorun olmadı. Zaten limon tuzu kireç çözüdür. Siz de gözünüzle etkisini görmek istiyorsanız kireçlenmiş çaydanlık ya da elektrikli su ısıtıcısına su ve limon tuzu koyup kaynatın, kireçlerin nasıl çözüldüğünü ve aletin pırıl pırıl olduğunu göreceksiniz. Hatta soğuk buhar makinesi kullanıyorsanız, onda da aynı işlemi uygulayabilirsiniz. E, bulaşık makinesi tuzunun asli işlevi de kireç çözmek olduğuna göre, neden onun yerine limon tuzu kullanmayayım?

    Parlatıcı olarak da sirke kullanıyorum. Parlatıcı durulanmadığı için bulaşıkların üzerinde kalıyor ve bu nedenle özellikle parlatıcının doğal ve yenilebilir bir madde olması çok önemli. Parlatıcının tek işlevi, camların mat görünmesini engelleyen cam cilasını korumak. Sirke de bu işlevi gayet iyi yerine getiriyor. Sık yıkamada camların cilası zaten çıkar bir süre sonra. Parlatıcı kullansanız da çıkar, sirke kullanınca da çıkıyor. Ama arada herhangi bir süre farkı yok. Yani sirke, kimyasal parlatıcılardan daha az korumuyor kesinlikle. Ayrıca her ihtimale karşın daha sık kristal bardak kullanmaya başladım. Kristallerde cila mı yok, nedir; bilmiyorum ama kristal her şekilde pırıl pırıl parlıyor. Benim makinemde sirke koku da yapmıyor. Ama eğer üzüm sirkesinin kokusunu duyar ve rahatsız olursanız, daha az kokan elma sirkesini deneyebilirsiniz.

    Makinenin tuz gözüne limon tuzu, parlatıcı gözüne de sirke doldurduktan sonra geriye kaldı bulaşık deterjanı gözü... Onun için de çeşitli karışımlar denedim. Ama hepsi de matlık yaptı... Bir de ben öyle deterjan imalatı ile zaman harcayabilecek bir tip değilim. En sonunda şunda karar kıldım:

    Bulaşıkları eskiden sudan geçirmez, doğrudan makineye atardım. Şimdi bulaşıkları önceden sudan geçiriyorum. Ki sanırım dünya üzerindeki tüm kadınlar, bulaşık makinesi kullansınlar kullanmasınlar, bu ön sudan geçirme işlemini yapıyorlar zaten. Sudan geçirirken ellerim suya değmesin diye İKEA'dan bulaşık fırçası aldım. Başka yerlerde de satılıyor bu tür fırçalar.

    Eğer hakikaten dibi tutmuş bir şeyler varsa çok çok nadiren telle de ovalıyorum. Sonra da makinenin deterjan gözüne limon tuzu dolduruyorum. Eğer tencere, tava filan çok aşırı yağlı şeyler varsa belki bir avuç da makinenin içine limon tuzu atıyorum. Ve hepsi bu kadar...

    Eğer bulaşıklar çok yağlıysa yüksek ısıda çalıştırıyorum. Bir sene Rusya'da, Rus bir ailenin yanında yaşadım ben. Orada bulaşık deterjanı hiç kullanılmaz. Bulaşıklar yüksek ısıda akan suyun altına sokulup, çıkarılmak suretiyle yıkanır. Bulaşık deterjanı kullanmak zorunda olduğumuz fikri nedense bizim beynimize işlemiş, aksini düşünemiyoruz. Aslında yüksek ısıda su bile yeterli yemek bulaşığını yıkamak için.

    Eğer bulaşıklar çok da yağlı değilse, zaten de ön sudan geçirme de yaptığım için, bardak yıkama programında, 35 derecede yıkıyorum. Ki aslında bir insan elinin dayanabileceği maksimum sıcaklık zaten 40 derece. Dolayısıyla bulaşık makinesi yokken, yani bundan 20 sene evveline kadar zaten bulaşıklar elde ve en fazla 35 derece sıcaklıkta yıkanıyorlardı. Bardak programı çok da kısa olduğundan, elektrik sarfiyatı da az oluyor.

    Senelerdir bulaşık makinesi tuzu ve parlatıcı kullanmıyorum. Hiçbir sorunla karşılaşmadım, makinem hala pırıl pırıl yıkıyor, herhangi bir arızası da olmadı. 6 aydır da deterjan yerine limon tuzu koyuyorum. Tavsiye ederim...



    Limon tuzu nedir? Sitrik Asit:
    http://beta.eksisozluk.com/limon-tuzu--73373?p=1
    http://www.genetikhastaliklar.com/sifali-bitkiler/limon-tuzunun-faydalari.html
    http://en.wikipedia.org/wiki/Trisodium_citrate
    http://tr.wikipedia.org/wiki/Sitrik_asit
    http://www.merakname.com/sitrik-asit-nedir/

    Yazıma gelen sorular oldu, hemen onları cevaplamak isterim:
    1. Pahalı değil mi? Ben kilo ile alıyorum. Kilosu 10 TL. Yarım kilosunu 2 aydan fazla süre kullanıyorum sanırım. Ki ben her gün çalıştırıyorum makineyi. Çin'den ithal limontuzunu kilosu 3,88 TL'den satıyorlar (http://www.kimyasalfiyatlari.com/index.asp?git=d&id=55). Gıda hammaddesi olarak da kilosu 7 TL'den satılıyor (http://www.gidahammaddeleri.com/urun/limon-tuzu-parca-1kg/465). Doğal ürün pazarında ise kilosu 14 TL'den satılıyor (http://www.sadepazar.com/LIMON_TUZU_250_gr_U4309.html).
    2. Arapsabunu veya boraks ve karbonat karışımı kullansak olur mu? Her makinede farklı sonuç veriyor olabilir gerçi ama benim makinemde limon tuzu haricindekilerin hepsi camlarda matlık ve/veya metallerde su izi yaptı. Ayrıca arapsabununda, diğer tüm sabunlarda olduğu gbi kostik var, sık kullanılmasa iyi olur (Kostiksiz un üretiminin mümkün olmadığı hakkında bkz: http://sabunagaci.com/2012/04/17/kostiksiz-sabun-olur-mu/) (Kostik riskleri için de bkz.: http://www.kostik.gen.tr/kostik-tehlike.asp. Ancak unutmamak gerekir ki tüm sabun çeşitlerinde kostik var ve insanlar vücut temizliklerini yüzlerce yıldır kostikle üretilmiş sabunlarla yapıyorlar: http://www.kostik.gen.tr/kostik-tehlike.asp ve http://www.kostik.gen.tr/kostik-tarihi.asp). Boraks zaten tehlikeli bir madde, çocuklu evde bulunmasa daha iyi olur. Ben yenilebilir ürünleri kullanmayı terci ediyorum.
    3. Makine bozulmuyor mu? 5-6 senedir tuz yerine limontuzu, parlatıcı yerine de sirke kullanıyorum. Makinem hala taş gibi. Deterjan yerine limon tuzu kullandığım son 6 aydır da herhangi bir sorunla karşılaşmadım. Karşılaşsam da önemli değil ayrıca. Tamir ettiririm, yedek parçasını değiştiririm; olur biter. Yeter ki bende sağlık sorunu olmasın. Makinenin bozulacağı şeklindeki ifadelerin şehir efsanesi olduğunu ve kimilerinin işine geldiğini düşünüyorum.
    4. Limon tuzunu makinenin neresine koyuyorsun? Bulaşık makinesi tuzu yerine kullandığım zaman, tuz bölümüne dolduruyorum. Bulaşık deterjanı olarak kullandığım zaman da her yıkamada deterjan gözüne koyuyorum.
    5. Limon tuzu dediğimiz, turşu tuzu mu? Evet, turşu yapımında da kullanılıyor. Ama turşu tuzu ile kastedilen kaya tuzu filansa, hayır, limon tuzu, normal tuzdan farklı. Yukarıdaki linklere bakabilirsiniz. Limon tuzu, yani aslında sitrik asid, E330 kodu ile koruyucu olarak pek çok gıda maddesinde kullanılıyor. Reçel yapımında da geleneksel olarak kullanılmaktadır. Doğu yörelerimizde ekşili dolma yaparken ya da salatalarda limon ve tuz yerine suda eritilerek kullanılır.
    6. E330 kanserojen değil mi? Hayır, değil. Bu da sık duyduğumuz için doğru zannettiğimiz şehir efsanelerinden biri. Ben zaten paketli ürün yememeyi tercih ediyorum. Sitrik asit de neticede bir kimyasal ve yemeklerin içine eklenmesinden hoşlanmıyorum. Ama az miktarda gıda olarak tüketildiğinde herhangi bir zararı olacağını düşünmüyorum. Yine de Doğu illerine yaptığımız geziler haricinde, limontuzunu hç gıda olarak tüketmedim. Bulaşık makinesinde kullanmanın ise zararlı olacağını düşünmüyorum. Bu konuda bir tartışma için bkz.: http://www.klasikyoga.com/forum/index.php?action=printpage;topic=2630.0 ve genel bir açıklama için bkz.: http://www.ggd.org.tr/sehir_efsaneleri2.php?id=47
    7. Benim makinemde deterjan olmazsa bulaşıklar yağlı kalıyor? Makinenizin içinin temiz olduğundan emin olun. Bazen yemek artıkları, su püskürten pervane üzerindeki delikleri tıkayabiliyor. Bu durumda o delikleri bir kürdan yardımı ile açmanız gerekiyor. Eğer delikler tıkalıysa, deterjanın kimyasal özellikleri yağı söküyor ama aslında susuz yıkanmış oluyor, az suyla yani. Deterjan koymayınca da yıkanmadığı belli oluyor. Bir de makinenin en altında bir süzgeci vardır. Onu da arada çıkarıp fırçalamak, deliklerini açmak ve sirke ile yağda arındırmak gerekir. Yine de yağlı çıkıyorsa, bence servisi çağırın, belki makine ile ilgili başka bir sorun vardır. Çünkü limon tuzu koyup da 70 derecede yıkanan bulaşıkların yağlı çıkmaması gerekir. Düşünsenize, sitrik asit... Muhakkak tertemiz yapması gerekir, hem makinenin içini hem de bulaşıkları.
    8. Bulaşık makinesi için koku giderici ürünler var? Onlar yerine de suyunu sıktığınız limonun kabuklarını tavsiye ediyorum. Ben çatal bıçak sepetine koyuyorum. Sizin için makinede uygun olan neresi varsa, oraya koyabilirsiniz. Gerçi limon tuzu kullanınca zaten hiç koku olmuyor ama ekstradan limon kokusu isterseniz, aklınızda bulunsun... Portakal, mandalina ve elma kabuğu kullananlar da varmış. Önce kokuyu gidermeyen deterjan yapıp, sonra da koku giderici ürün pazarlıyorlar. Akıl alır gibi değil!
    9. Evde enzim üretmek ve her türlü temizlikte onu kullanmak mümkün. Ama ben tembelim :) Enzim üretmekle uğraşamıyorum. Sabun cevizini zaten her türlü temizlikte kullanabiliyorum. Limontuzu da kolay temin edilebilir, her zaman bulunabilir bir madde. Ayrıca enzimle temizlik için, baştan deneme yanılma yolu ile yıkama yapmam ve oranları belirlemem lazım. Kim uğraşacak? Ben sabun cevizi sıvısı ve limontuzu ile rahatım şimdilik.
    10. Limontuzu farklı kalınlıklarda oluyor, robotta çekip inceltmek gerekir mi? Kesinlikle hayır! En kalınını bile kullandım, böyle bir parmak boğumu kadardı her bir tanesi; yine de suyla temas edince çözüldü. Ne temizlikte, ne de makinede sorun yaratmadı. Camları filan da çizmedi. Robotta inceltmekle uğraşmaya değmez.
    11. Camlarda matlık yaptı? Bu durumun çeşitli nedenleri olabilir. Bulaşık makinesinin tuz ve parlatıcı bölmelerinin dolu olduğundan emin olun öncelikle. Sonrasında bulaşık makinesi pervanesinin üstündeki deliklerin açık, makinenin alt tarafındaki süzgecin de temiz, yağsız ve gözenekleri açık olduğundan emin olun. Limontuzu olmadan yüksek ısıda çalıştırmayı deneyin. Eğer yüksek ısıda çalıştırdığınız halde yağlar arınmıyorsa, makinenin servisini çağırın. Eğer servis de herhangi bir sorun tespit edemediyse, makineniz iyi yıkamıyor demektir. Bu durumda deterjansız yıkama yapmak, sizin makinenize uygun değildir.
    Son olarak denemelerim sonucu yemeklik olarak satılan, saydam görünümlü ve ince olan limontuzundan ziyade, turşuluk olarak satılan, mat görünümlü ve kalın taneli limontuzunun daha etkili olduğunu da tespit etmiş bulunmaktayım :)

    Güncelleme: Birkaç yıkamadan sonra camlarım matlaşmaya başlamıştı. Ben de deterjan gözüne limontuzu ile birlikte sirke koymaya başladım (sirkeyi evde yapıyorum ama markette satılan sirkeyi de denedim, aynı sonucu aldım).Sirke ile karıştırdığım limonsuyu hem çok iyi temizliyor, hem de camlarda matlık olmuyor. Hatta matlaşmış camları bile bu şekilde parlattım.

      8 Ocak 2013 Salı

      Ocak Ayında Ne Yenir?


      Kadınların alışverişe düşkün olduğu iddia edilir. Bense hiç hoşlanmam. Nedenini sanırım buldum. Bkz. şu teori :) (http://beta.eksisozluk.com/entry/31238992):

      genellikle erkeklerin hiç hoşlanmadığı, can sıkıcı bulduğu, günümüz kadın-alışveriş ilişkisinin, türümüzün avcı toplayıcı dönemlerinden kalma bir genetik mirastan kaynaklanıyor olabileceği. zira bu dönem, kadınların çoğunlukla toplayıcı rol alması, topladığı nesneleri, besinleri, bitkileri, mantarları, zehirli, zehirsiz, lezzetli, lezzetsiz gibi gruplandırmak zorunda kalması ve bu durumun zamanla cinsi, detaycı, kılı kırk yaran bir yapıya büründürmesi. ayrıca toplayıcılar buldukları zengin kaynaklara tekrar ulaşabilmek için çevreyi de ayrıntılı incelemek, birbirlerine çok benzeyen ortamları detaylara inerek ayırabilmek zorundaydılar. ki bu durum, günümüzde, labirent deneylerinde, neden kadınların erkekler üzerine ezici bir üstünlük kurduklarını da açıklar niteliktedir. oysa erkek cinsi çoğunlukla çevrede yaygın bulunan bir avı yakalamak üzere yola çıkıyordu. en olası, en çok yaklaşabildiği avı avlamaktı amaçları, seçerek oyalanma şansları yoktu. işte bu yüzden erkekler bir markete girdiklerinde, kadınların aksine, alıp çıkma eğilimindedirler:)

      Eğer bu teori doğruysa ben her hafta pazarda toplayıp evime doldurma içgüdümü fazlasıyla tatmin ediyorum. Kendimden geçiyorum sebzelerin, meyvelerin arasında. Onu da alayım, bunu da alayım derken, işte bu hafta yaptığım alışverişin sonucu yukarıda :)

      Pazar alışverişlerini aylara bölmeye karar verdim. Bakalım bu ay tezgahta neler varmış:

      • Sebze: Kereviz, lahana, brüksel lahanası, karnabahar, brokoli, pırasa, ıspanak, pazı (yavaş yavaş tezgahlarda görünmeye başladı), balkabağı, çintar mantarı
      • Salata olarak: Kırmızı lahana, yeşil salata (kıvırcık, göbek, marul), bayır ve fındık turpları, havuç, dereotu, maydanoz
      • Meyve: Elma, portakal, armut, ayva, greyfurt, mandalina, ayva, muz (yeni yeni çıkıyor), nar ve avokado bitmek üzere, tatlı nar bu hafta bitti buralarda.
      • Baklagiller: Kurutulmuş bezelye, kuru fasulye, kurutulmuş taze fasulye, nohut, kırmızı ve yeşil mercimek, bakla, börülce, kuru mısır, barbunya
      • Tahıllar: Buğday, yulaf


            Çorbalar:

      Kışın ağzına çorba sürmeyen kızım artık sıcak sıcak çorbaları içiyor. Bağışıklığımızı güçlü tutmak için çorba içmemiz gerekiyor. Bu ayın çorbaları:
      • Buğday aşı çorbası: Buğdaylı, nohutlu, mısırlı, kuru naneli (dövük çorbası da denir)
      • Yayla çorbası
      • Mercimek çorbası: Havuçlu, patatesli, kerevizli, bol soğan ve sarımsaklı, kimyonlu
      • Ezogelin çorbası: Mercimek çorbasının içine bulgur ya da pirinç katıyoruz.
      • Tarhana: Sarımsaklı, yeşil biberli, naneli ve bazen kıymalı
      • Borş çorbası: Lahana, pancar, havuç ve defne yapraklı
      • Sebze çorbaları: Bezelye çorbası, havuç çorbası, mantar çorbası, balkabağı çorbası, karışık sebze çorbası (patates, soğan havuç, pırasa ve bir de baklagil), brokoli çorbası
      • Tavuk suyu çorbası: Havuçlu, şehriyeli, bazen de terbiyeli düğün çorbası şeklinde
      • Baklagil ve tahıl karışım çorbası
           
          Yemekler:  
          Ben de yazın pek fazla baklagil yemesem de (bezelye hariç), kışı gelince baklagillere dadanıyorum.
        • Nohutlu, ekşili köfte (çorba mı, yemek mi tam karar veremedim)
        • Erişteli yeşil mercimek  (çorba mı, yemek mi tam karar veremedim)
        • Ispanak: Bol havuçlu (havuç şekerli bir tat katıyor)
        • Pazı dolması, lahana dolması
        • Kapuska: Havuçlar rende olacak ve ince lahanalar ince kıyılacak
        • Pırasalı börek, ıspanaklı börek
        • Zeytinyağlı, havuçlu pırasa
        • Zeytinyağlı kereviz
        • Zeytinyağlı barbunya pilaki
        • Brüksel lahanası kavurması
        • Kıymalı karnabahar
        • Bakla denlisi: Kurutulmuş taze fasulye ve bulgur
        • Nohut, kuru fasulye, mercimek
        • Mantar sote: Tavuklu olabilir
        • Tavuklu pilav: Kışla birlikte tavuk yemeye başladık.

         Salatalar:
        • Cevizli kereviz salatası
        • Yoğurtlu havuç salatası
        • Buharda brokoli, zeytinyağı ve limon ile
        • Zeytinyağı ve sirkeye yatırılmış kırmızı lahana
        • Karışık salata: Bol nar ekşisi, nar ve ceviz ile
        • Göbek, kıvırcık, marul salatası: Hepsinin de göbeğini kızın çıtır çıtır yer, onlar salataya eklenmez :)
        • Havuç ve turp salatası: Zeytin ile birlikte
        • Piyaz: Bol soğanlı, tatlı acı biberli, sirkeli ve ana yemek olarak haşlanmış yumurta ile yenebilir.             

        Tatlılar:
        • Balkabağı tatlısı
        • Sütlaç, Fırın Sütlaç
        • Su muhallebisi
        • Kuruyemiş ve kuru meyveler
        • Çaylar: Kuşburnu, adaçayı veya keçi boynuzu çayı.

        Geçen sene Ocak ayı için girdiğim yazılar da burada:
        http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2011/12/ocakn-1-haftas-pazarda-neler-var-bu.html
        http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2012/01/ocakn-2-haftas-pazarda-neler-var-bu.html
        http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2012/01/ocakn-2-haftas-pazarda-neler-var-bu_15.html 
        http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2012/01/ocakn-4-haftas-pazarda-neler-var-sar.html


          5 Ocak 2013 Cumartesi

          Yaban Mersinini Nasıl Tanırız?


          İstanbul'da bir yaban mersini furyası başlamış. Ama mersingillere o kadar yabancıyız ki tüm mersin türlerini birbirine karıştırıyormuşuz. En son ben de karıştırınca oturup araştırdım. Sanırım artık yaban mersini konusunda kolay kolay yanılmam :)

          Türkiye'de 3 tür mersin satılıyormuş (http://beta.eksisozluk.com/entry/27710001):  memlekette 3 değişik tür meyve yaban mersini adıyla satılıyor. şekerlenerek kurutulmuş kırmızı yemişin adı aslında turna yemişi ve amerika kökenli; baharatçıların sattığı kekremsi yemişler bildiğiniz mersin ki kendisinin kültüre alınıp ballanmışına biz güneyde hambeles diyor ve çok seviyoruz; sonuncusu ise kuzey iklimlere has, bizde de karadeniz bölgesinde bolca bulunan gerçek yaban mersini.
          Yukarıdaki resimde görülen meyve İstanbul'da kilosu 20-30 liradan satılan, yaşı kurusu pek bir pahalı olan yaban mersini, yani mavi yemiş (http://tr.wikipedia.org/wiki/Yaban_mersini). İngilizcesi mavi yemiş karşılığı "blueberry" (http://en.wikipedia.org/wiki/Blueberry).

          Akdeniz bölgesinde doğal olarak yetişen ve kilosu 3-4 liradan satılan bir diğer mersin türü ise "adi yaban mersini" (vaccinium myrtillus). Bu bitkinin yabani olanına yabani mersin, aşılı olanlarına ise mersin deniyormuş (http://tr.wikipedia.org/wiki/Mersin_%28bitki%29). Yabani olanın siyaha çalan koyu mavi bir rengi var, ıslah edilmiş olanlar ise önce beyaz, giderek pembeleşiyor. İngilizcesi "bilberry" (http://en.wikipedia.org/wiki/Bilberry). Antakya yöresinde hambeles diye biliniyormuş (http://dogaguncem.wordpress.com/2010/11/15/hambele/).

          Sağdaki ıslahlı olan türü yani mersin, beyaz renkli, olgunlaştıkça kararıyor, tadı diğerine göre daha tatlı. Soldaki siyah görünen ise yabani mersin, Akdeniz'de doğal olarak yetişiyor.
          Blueberry yusyuvarlak, bilberry'ler ise oval. Karpuzla, kavun gibi :)

          Blueberry'nin sap kısmı dışarı doğru açılıyor, bilberry'lerin ise içerlek.
          Bir de yabanmersini kurusu diye kırmızı bir kuru meyve satıyorlar. Mavi bir yemiş nasıl oluyor da kuruyunca kırmızı oluyor, diye sorunca da, "oluyor işte" diyorlar. Meğer o kuru ve kırmızı olan meyve mersingillerden bir diğeri olan turna yemişiymiş (http://www.faydalarineler.com/turna-yemisinin-fayfalari/). İngilizcesi cranberry imiş (http://en.wikipedia.org/wiki/Cranberry). Kuşburnu meyvesie benzeyen, oval ve kırmızı bir mersin türü.

          Turna yemişi (cranberry)

          Bu da kurutulmuşu.

          Bu mersingillerden her birinin faydası ayrı ayrıymış. Ayrıca kurutulmuş olanı da şekerlendirilerek kurutuluyormuş, bu nedenle yerken dikkatli olmak lazımmış (http://beta.eksisozluk.com/turna-yemisi--2238963).

          Bu konuda bir yazıyı da olduğu gibi kopyalıyorum (http://www.haberler.com/bilincsizce-tuketilen-yaban-mersini-sagligi-tehdit-haberi/):

          Şifalı bitkiler piyasasında yaban mersininin bilinçsizce tüketildiği belirtiliyor. Yaban mersini meyvesinin turna yemişi (Cranberry), mavi yemiş (Blueberry), kekre yemişi (Lıngonberry), çoban üzümü (Bılberry) ve çay üzümü ( Caucasıan Whortıleberry) çeşitlerinin bulunduğunu belirten bilim adamları, bunların birbirlerinden ayrı özellikte ve farklı hastalıklarla mücadelede etkili olduklarına dikkat çekiyor. Bu konuda vatandaşların yeterli bilgiye sahip olmadığını dile getiren Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hüseyin Çelik, yaban mersini talep edilince kurutulmuşu yapılan turna yemişinin alındığını söyledi. Doç. Dr. Çelik, yaban mersininde çeşit ayrımı yapılmadan tüketilmesinin sağlık açısından tehlike olduğunu kaydetti. Yaban mersini adıyla satılan 5 farklı türün tüketimine dikkat edilmesi gerektiğini ifade eden Doç. Dr. Hüseyin Çelik, bu türler arasında kurutulup tatlandırılarak satılan tek üzümsü meyvenin turna yemişi olduğunun altını çizdi. Hafıza kaybı, görme rahatsızlıkları ve görme bozukluklarına mavi yemişin iyi gelmesine karşın turna yemişi tüketildiğini bildiren Doç. Dr. Çelik, "Eğer gözlerinizdeki görme kayıpları şekerden kaynaklanıyorsa ve şeker probleminiz de varsa yapay olarak tatlandırılmış turna yemişi yenirse körlüğe davetiye çıkarılmış olunabilir. Bu meyveler gibi bir çok meyve de literatürde yaban mersini olarak geçiyor. Bu yanlıştır. Her meyvenin farkı kimyası olup farklı hastalıklara iyi gelmektedir. Vatandaşların buna dikkat etmesi gerekmektedir.'' dedi. Bu konuda Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı'nın da sorumluluğu bulunduğunu vurgulayan Doç. Dr. Çelik, bu meyve türlerinin tarımı için standartlar oluşturması, tescil işlemlerini tamamlaması, bu türlerin fidanları için teknik şartnameleri ortaya koyması ve ithalat-ihracat poz numaralarının oluşturulması gerektiğini sözlerine ekledi. Halk arasında birbirine karıştırılan yaban mersini türlerinden mavi yemiş, antioksidan içeriği en yüksek meyve olarak biliniyor. Gece körlüğü, gözlerde kamaşma, görme bozuklukları, taze olarak yenildiğinde kanı temizleme, kan şekeri ve kolesterolü düşürme, ağız içi yaraları iyileştirme, damar sertliğini azaltma, damar tıkanıklığını önleme, kalp krizi riskini azaltma, yaşlanmayı engelleme ve hafıza kayıplarını önlemeye yarıyor. Sodyum içermeyip kalori miktarı az olan mavi yemiş, A vitamini, C vitamini, potasyum, kalsiyum ve fosfor içeriği bakımından yüksek olup idrar yolu enfeksiyonlarında antibiyotik özellik gösteriyor. Ayrıca ishali, ülseri, kabızlığı ve mide bulantısını da önlüyor. Vitamini içeriği yüksek turna yemişi ise idrar sistemi enfeksiyonlarında anti bakteriyel etki gösteriyor. Tıbbi olarak antibakteriyel ve diüretik olarak değerlendirilen meyve, romatizmayı, yatak ıslatmayı, mesane kasılmasını, iştah kaybını, gut hastalığını ve boğaz yanmasını engelliyor. Özellikle beyin hücrelerindeki zararı önleyen turna yemişi, beyni sinirsel hasarlara karşı koruyup felç riskini azaltıyor. Çekirdeklerinden elde edilen yağda bol miktarda omega-3 bulunan yemiş, böbrek ve pelvik iltihaplarını önlüyor, askorbik asit eksikliğini ve ilkbahar yorgunluklarını gideriyor, mide ve on iki parmak bağırsak ülserlerine karşı koyuyor. (CİHAN)