30 Ekim 2011 Pazar

Bebeğinizi ne zaman tiyatroya götürebilirsiniz? (Memo'nun Önlenemez Yükselişi)


Sanırım 2 yaşından sonra, artık uygun zamandır. Yani en azından benim kızım için uygun zamanmış :) "İki yaşında çocuğu tiyatroya götürmeye gerek var mı?" sorusuna cevaben: Tiyatro izlediğimiz akşam kızım uyku öncesi masalı zamanında, "Kontes kiatroya gitmiş, anlat anne." buyurdu. Masal bitince de "Yine kiatroya gidelim mi anne?" diye sordu :)

Bugün, kızım 25 aylıkken ilk kez ailecek tiyatroya, Semaver Kumpanya'nın "Memo'nun Önlenemez Yükselişi" isimli oyununa gittik.

Eşim de ben de sürprizlerden ve zorlamalardan hoşlanmayız. Bu nedenle kızıma hiçbir konuda emrivaki yapmamaya ve onu bilmediği bir durum içinde bırakmamaya çok özen gösteriyorum. Daha önceleri 2-3 defa kukla tiyatrosu izledik kızımla. Her seferinde oyuna yoğunlaşma süresi daha da uzuyordu. Sadece kuklalar birbirlerine vurdukları zaman (ki kukla oyunlarında bu vurma temalarını çok kullanırlar çocukları güldürmek için) bizimki korkuyor ve rahatsız oluyordu.



Çocuk tiyatrosunun çok daha deneyimli insanlar tarafından yönlendirileceğini ve içinde şaka yollu bile olsa şiddet barındırmayacağını düşünerek tiyatroya gitmeyi kafama koymuştum (gerçi oyunun birkaç yerinde yine böyle itiş kakış sahneleri oldu ama bu sefer kızımı rahatsız edecek kadar şiddetli değildi). Birkaç gün öncesinden kızıma tiyatroya gideceğimizi ve orada oyun oynayan ağabey ve ablaları izleyeceğimizi heyecanlı heyecanlı anlattım. Sabah erkenden babamız "Tiyatro bileti almaya çıkıyorum." diyerek bilet almaya gitti. Biz evde çok heyecanlandık. Tiyatronun kapısına kadar her şey yolunda gitti. Ta ki bizim kız insanların karanlık bir kapıdan girdiğini görüp ürkene kadar :)

Kızımı kucağıma aldım. Giriş kapısının önünde durdum. İçeri heyecanla giren çocukları izledik beraber. İçeride oturan çocukların da bir kısmını görebiliyorduk. Şansımıza içeride Barış Manço'nun "Ayı" şarkısı çalıyordu. Ki bu şarkı kızımın ilk öğrendiği şarkılardan biridir. Kızım da içerideki çocuklarla birlikte şarkıyı söylemeye başladı. Ve BİNGO! İlk göz yaşlarım akmaya başladı :) Çok insana nasip olmaz, ölüp gittikten sonra bile çocuklar onun şarkılarıyla eğleniyorlar. Böyle çok sevdiğimiz Barış Manço sayesinde içeri rahat girdik. Bilahare "Küçük Kardeş" şarkısına da eşlik ederek yerlerimize yerleştik :) Yerimiz de harika: Tam orta sütunun baştan 3. sırası. Sahneyi tam ortadan görüyoruz, önümüzde görüntüyü kesecek bir kalabalık yok ama kızımın diğer çocukların da izlediklerini görmesine fırsat sağlayan iki sıra var. Bilinçsiz ama harika bir tercih olmuş.

Daha sonra oyuncular sahneye geldiler. Ve BİNGO! Oyun hemen hemen bir kukla oyunu şeklinde. Çoğu bölümlerinde bir aktör ve 3 kukla oynatıcısı var. Kızım zaten alışık kukla tiyatrolarına... Derken başroldeki oyuncu ilk repliğini söyledi "Şimdi size bir masal anlatacağım." Ve BİNGO! :) Kızım için sihirli sözcük "masal"!... Ağlamasını kesen, yemeğini bitirttiren, uyumasını sağlayan, oturmasını sağlayan vs vs sihirli sözcük "masal"... Kızım tabii hemen kulaklarını dört açtı :)

Oyunun ilk 40 dakikası tamamen kıpırdamadan oyunu seyretti. Sonra "Eve gidelim" dedi. Tam "İlk sefer için bu kadar yeter." diyerek kalkmaya hazırlanıyorduk ki, adam boyu bir kukla geldi sahneye. Kızım onun hatırına bir süre daha izledi. Yine huzursuzlanmaya başlamıştı ki oyuncular şarkı söylemeye başladılar. Ve böylece oyunu bitirebildik. 55 dakikalık oyunun sonunda kızımı kucağıma aldım ve hep birlikte oyuncuları alkışladık. Oyuncular da ayakta kendilerini alkışlayan 25 aylık kızıma gülümseyerek karşılık verdiler. Ve BİNGO! Ben yine ağlamaya başladım :) İzlediği ilk tiyatro oyununda ağlıyorsam, kendisi bir tiyatro oyununda rol aldığında ne yapacağım bilemiyorum :)

Biraz da oyundan bahsedeyim: Oyunun bir bölümünde "YamYam Burger" diye bir replik geçiyordu. O noktada oyunun çeviri olabileceğini düşündüm. Zira Türkçe'de biz "Ham ham" diyerek yeriz, ya da beğendiğimiz yemek olunca "Mmmh" yaparız. Ama İngilizce'de lezzetli bulunan bir yemek için "Yummy" ya da "yum yum" (yam yam okunuyor) diyorlar. Eve gelince inceledim, gerçekten de Ernst Wenström'ün "Benim Küçük Üçkağıtçım" öyküsünden serbest uyarlamaymış. Ama o repliğe kadar oyunun çeviri olduğunu kesinlikle anlamamıştım. Ve hatta "Türk senaristler arasında da sermaye, para ve ticaret ilişkilerine dair bu kadar kapsamlı gözlemleri olanlar varmış demek ki" diye düşünüp, şaşırmıştım :) 

Oyuna gitmeden önce YouTube'dan videolarını izlesem gitmeyebilirmişim. Bizim izlediğimiz uyarlama çok çok çok daha iyiydi. Tiplemeler harikaydı. Hepsi her gün sokakta gördüğümüz, bizden biri gibi olan tiplemelerdi. Oyuncular ise gerçekten muhteşemlerdi. Nasıl olup da çocuk tiyatrosu yaptıklarına şaştım, hatta yanlarına gidip tebrik etmek istedim ama kızım iyice sıkılmadan çıkmamız gerekiyordu. Eve gelince araştırdım, haklıymışım. Hepsi de gerçekten başarılı oyuncular: Bülent Çolak, Merve Dağlı, Sezin Bozacı, Serkan Tınmaz. 


Eğer olur da bu yazımı okurlarsa hepsine ayrı ayrı tebriklerimi sunmak istiyorum. Hepsi de çok profesyonel, muhteşem oyunculardı. Kızım, ilk tiyatro deneyiminde onlar kadar usta oyuncularla karşılaştığı için gerçekten de çok şanslıydı. 

Bülent Çolak zaten çok tanıdık gelmişti. Eve dönünce araştırdım, Geniş Aile dizisinden hatırlıyormuşum. Televizyon dizilerinden para kazanan ve usta bir oyuncu olan bir kişinin çocuk tiyatrosunda oynamasını ayrıca çok takdir ettim. Sahne üzerindeki performansına da hayran kaldım. Oynadığı oyunları takip edip, bir de bizim yaş grubumuza hitap eden bir oyunda kendisini izlemeyi çok istiyorum. Tüm oyuncuların performansı harikaydı. Ama ayrıca başrol oyuncusu Serkan Tınmaz'ın apayrı bir aurası vardı. Nasıl tarif edilir bilmiyorum? Bazı insanlar gözleri kendilerine çekerler ya? İleride onu da televizyonda görürsek hiç şaşırmayacağım...


Tüm ekibe ve oyunda emeği geçen herkese, kızım adına teşekkür ediyor ve oyunu, çocuklarını götürecek tiyatro oyunu arayanlara şiddetle öneriyorum.



24 Ekim 2011 Pazartesi

Kefir nasıl yapılır? Kefir mayası nereden temin edilir?


Kefiri evimde kendim mayalıyorum ve ailecek içiyoruz. Mayalayan ve içen birinden, ilk elden tecrübelerini öğrenmek isteyenler için paylaşıyorum:

  • Kefir  nedir?
Kefir sütün mayalanması ile elde edilen bir içecektir, aynen yoğurt gibi. Süt yoğurt mayası ile mayalandığında kaşıkla yenilebilecek katılıkta yoğurt oluşur; kefir taneleri ile mayalandığında ise dilerseniz kafaya dikip içebileceğiniz, dilerseniz de bebeğinize kaşıkla içirebileceğiniz kefir oluşur. Kıvam olarak boza gibi yoğun, tat olarak da ekşi-tatlı bir ayrana benzetebiliriz. 


  • Kefirin bebeğime ya da bana bir zararı olur mu?
Yukarıda da söylediğim gibi: Kefir, sütün mayalanmış halidir, tıpkı yoğurt gibi. Yoğurdun herhangi bir zararı olmadığına göre, kefirin de yoktur.  Ayrıca bazı insanlar süt içince hazım güçlükleri yaşarlar. Bu kişilerde laktoz intoleransı vardır. Yani süt şekerini sindiremezler. Kefirde ise laktoz, laktik aside dönüştüğünden intolerans sorunu yaşanmıyor. Dolayısıyla süt içmekten hoşlanmayan bazı bebekler, kefiri keyifle içebilirler. Denemekte fayda var :) Yoğurt ve süt ürünleri nasıl tüketiliyorsa, kefir de bir besin maddesi olarak aynı şekilde tüketilebilir. Ayrıca saçma bir fikir gibi gelebilir ama ben hayvanların içgüdülerine çok güvenirim :) Kefiri kedime verdiğimde (ki sanılanın aksine kediler de sütü sindirmekte zorlanır ve normal inek sütünün kedilere sulandırılarak verilmesi tavsiye edilir) kesinlikle süt içmeyen kedim, kefiri yalanarak içiyor (yoğurdu da aynı şekilde keyifle yiyor) :)





  • Kefirin ne faydası var?
Sindirim sisteminde zararlı bakteri ve mayaların bulunduğu ortamı temizleyerek barsakların direncini arttırır. Bu sayede hem sindirim hem de bağışıklık sistemini kuvvetlendirmiş olur. Eczacıbaşı, kefirin içerisinde bulunan bir bakteriden besin takviyesi üretti. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirici ve sindirim sistemini rahatlatıcı etkisi olduğunu söylüyorlar: BioGaia. Değişik yerlerde kefirin bir çok faydası olduğu söyleniyor. Ama neticede bir gıdadır, hiçbir gıda tek başına mucizeler gerçekleştiremez. Ama gözle görünür faydaları da yok değil kefirin: Annem süt içmekten hoşlanmıyor (tahminim laktoz-intolerant olduğu yönünde). İleri düzeyde kemik erimesi çıkınca süt yerine kefir içebileceğini söyledi doktoru. Ayrıca barsakları düzenlediğini ve kabızlığa karşı çok işe yaradığını da eklemeliyim.

  • Kefir nasıl mayalanır?
 Kefir mayalamak, yoğurt mayalamaktan çok daha kolaydır. Sütün içine kefir tanesini atın ve oda sıcaklığında (güneş almayan bir yerde) 24 ila 48 saat arası bekletin. Kefiriniz mayalandı bile! Ben çoğunlukla kaynatılmış çiğ sütü bir cam kavanoza koyup, ağzını bir örtü ile kapatıp, mutfak dolaplarından birine koyuyorum. Bazen de normal kutu sütün kapağını kesip içine kefir tanelerini atıyor ve kapağını kıvırarak kapayıp, buzdolabı kapağına koyuyorum. Her iki şekilde de mayalanma gerçekleşiyor. Kefiri az mayalarsanız tatlı, uzun mayalarsanız tadı ekşi oluyor. Uzun mayalanırsa ayrıca peynir altı suyu gibi bir su oluşuyor. Ama kefiri süzerken süt gibi olan kısımla, su gibi olan kısım tekrar karışmış oluyor.



  • Nereden kefir tanesi bulabilirim?
Ben ilk kefir tanemi Kefir Taneleri yahoo grubunun kurucusu İsmail Hakkı Seymen'den almıştım. Kendisi hala ücretsiz kefir tanesi gönderiyor. Grubun ana sayfasında adresi ve cep telefonu da var. Ayrıca gruba kefir tanesi istediğinizi belirtir bir e-posta yolladığınızda size yakın yerlerde oturan üyelerden de gönderen çıkıyor muhakkak. Ayrıca çevrenizde kefir ile mayalama yapan varsa, kefir tanelerinden birazını size vermesini de talep edebilirsiniz. Bazen kefir taneleri o kadar çoğalıyor ki azaltmak için taneleri yemek zorunda kalıyoruz :)


    • Kefiri mayalarken nelere dikkat etmek lazım?
    Öncelikle kefir tanelerini küstürmemek lazım. Çünkü bu tanecikler canlı! İlgi gördükçe büyüyor, çoğalıyor, tombullaşıyorlar. Yeterli ilgiyi görmediklerinde ise sönüyor, azalıyor, küsüyor ve yaptıkları kefirin tadı da ekşimsi oluyor.
    Kefir tanelerinin bakımı kolay aslında, dikkat edilmesi gereken bir kaç nokta var sadece:
      • Kefir tanelerini mümkün olduğunda metal ile temas ettirmeyeceksiniz. Kefiri süzerken plastik süzgeç ve tahta (ya da plastik) kaşık kullanmak (ya da kaşık yerine parmaklarınızı da kullanabilirsiniz) kefir tanelerini mutlu ediyor.

          • Kefiri süzdükten sonra kefir tanelerini yıkıyorum. Yıkarken klorlu su yerine temiz su kullanırsam, kefir tanelerim çok seviniyorlar bu işe :)
          • Kefir yapmayacağınız zamanlar, taneleri bir kabın içindeki suya atıp buzdolabında ya da uzun bir süre kullanmayacaksanız da derin dondurucuda bekletmek gerekiyor. Eğer kefir tanelerini oda ısısında bırakırsanız küsüyor ve ekşiyorlar. Ben hiç derin dondurucuya atmadım ama buzdolabında, su dolu bir kavanozda aylarca bekledikleri oldu. Hiç de bozulmadılar bu işe :)
          • Kefiri nasıl tüketebilirim?
          Kafaya dikip içebilirsiniz :) Ya da yoğurt kullandığınızda her yerde kullanabilirsiniz:
          İçine biraz tuz atıp ayran gibi içebilirsiniz.
          İçine salatalık doğrayıp cacık gibi içebilirsiniz.
          Keklere, böreklere, kreplere (akıtmalara) katabilirsiniz.
          Tarhana yapımında kullanabilirisiniz.
          İçine muz, bal ve hatta biraz mısır ekmeği doğrayıp bebeğinize yedirebilirsiniz.


            NOTLAR:
            1. Nasıl ki yoğurt ya da ılık süt hafif uyku yaparsa, aynı şekilde kefirin de sakinleştirici ve gevşetici bir etkisi var. Bunun içindeki yüksek magnezyum ve kalsiyum oranından kaynaklandığı tahmin ediliyormuş.
            2. Kefir yapmak, sütü uzun süre saklamanın bir yöntemidir. Dolayısıyla normal süt gibi 3 gün içinde tüketmeniz gerekeceğinizi düşünmeyin. Yeni yaptığınız kefiri eskisinin üzerine ekleyerek içmeye devam edebilirsiniz. Yıllardır kefir yapıp saklıyorum, henüz bozulma ya da küflenme filan görmedim kefirde. Ama tabii buzdolabında saklamanız gerekiyor. Uzun süreli saklamalarda da tadı ekşimsi oluyor.
            3. Kefirin içinde az miktarda etil alkol var. Tıpkı boza gibi. Eğer boza içmekten sakınan biriyseniz, bu konuda sizi uyarmak isterim.
            4. Kefirle ilgili daha ayrıntılı bilgileri şu sayfalardan bulabilirsiniz: 

            17 Ekim 2011 Pazartesi

            Bebeğiniz ek gıdaya alışamadı mı? Kaşığı reddediyor, sadece sütle mi besleniyor?


            Öncelikle söylemeliyim ki bunda şaşılacak hiçbir şey yok, gayet normal. Kendinizi bu duruma düşmüş dünyadaki tek anne sanıyor olabilirsiniz ama biraz internette araştırma yaparsanız göreceksiniz ki çocukları 56 yaşına gelene kadar tüm annelerin derdi, çocukların az yemesi oluyor :)

            Öncelikle yukarıda resmini gördüğünüz şu kitabı, sadece ve sadece yemek yeme olayına bakışınızı değiştirebilmeniz için öneriyorum: "Çocuğum Yemek Yemiyor". İşte burada da kitabı yorumlayan anneler:

            Kendi tecrübemi de anlatacak olursam: Kızım şu anda 25 aylık ve bir oturuşta bazen benden bile fazla yiyor. Boyu %90, kilosu ise %90'dan biraz fazla persentil olarak. Dolayısıyla iştahlı bir çocuk olduğunu söylememe gerek yok. Amma ve lakin, ek gıdaya geçiş kolay olmadı. Bir gün meyve filesinin içine koyduğum bir dilim elmayı eme eme bitiren kızım, başka bir gün memeden başka bir şeyi ağzına sürmeyi reddetti. 1-2 çay kaşığı yoğurt yedirmek saatler alabiliyordu. Bu işi BECEREMEDİĞİMİ düşünüyordum. Yanılmışım, olayın doğal akışı bu şekildeymiş. 1 yaşına kadar ana besin anne sütü, diğer yemekler anne sütüne EK gıda... Önemli olan sadece yemek yeme alışkanlığı geliştirmesi. 1 yaşından sonra da ne yiyeceğine, ne kadar yiyeceğine kendisi karar vermeli. 1 yaşından sonra çocuğun psikolojik olarak sağlıklı gelişmesi, fazla miktarda yemek yiyebilmesinden daha önemli.

            Kızım ilk 6 ay sadece anne sütü aldı. 7. ayda yavaş yavaş katı gıdaya geçmeye başladık. İlk başlarda ne versem yiyor, üzerine de lıkır lıkır su içiyordu. Bu benim bebeğimin huyuymuş (sonraları fark ettim): Genel olarak yeni tatları denemeyi, yeni olayların içinde bulunmayı, yeni yerleri görmeyi, yeni insanlarla tanışmayı seviyor. Her bebeğin huyu böyle olacak diye bir kaide yok. Kimi bebekler yeni tatlara kapalıdırlar, daha yavaş yavaş alıştırılmaları gerekir. Neyse ben kendi tecrübeme döneyim. 

            Ek gıdalara geçerken öncelikle 3 öğün meyve, sebze ve yoğurt yedirerek başladım. Burada dikkat edilmesi gereken husus sanırım şu: Anne sütü şekerli olduğundan bebeğin şekerli gıdalara meyledeceğini önceden öngörmek. Sebze ve yoğurt şekerli olmadığından, önce şekerli meyvelerle ek gıdaya geçerseniz sebze ve yoğurda alıştırmak zor olabiliyor. Bu nedenle benim tavsiyem öncelikle yoğurda alıştırmanız. Zaten Anadolu'da yüzyıllardır, bebeklerin ilk ek gıdası yoğurttur. Bunu tüm ninelerimiz bilir. Siz, anneniz, anneanneniz, onun annesi ve birçok nesil ilk ek gıda olarak yoğurt almışken, sizin çocuğunuz için başka bir gıdaya öncelik vermeniz anlamsız olur. Batılı akımları takip eden doktorları dinlemeyin, bir çay kaşığı yoğurdu bir güzel yalatın bebeğinize :) Kendisi içmeye başladığında da yoğurdu içirin :) Evet, kızım 25. ayında hala yoğurt kavanozunu kafasına dikmeye bayılıyor. Deneyin derim.

            Kaşık konusunda da şunu söylemek isterim:
            Bebeğiniz ilk başta kaşığı kabul etse bile, 9 ay civarında her çocukta bir kaşığı reddetme hareketi oluyor. Bebeğiniz hala emme hareketi yapıyor. 2 yaşına kadar da bu refleksif emme hareketini yapmaya devam edecek. Metal kaşığı emmek hoşuna gitmeyebilir. Bu nedenle kızıma yumuşak kenarlı, plastik kaşıklardan almıştım. Ama benim hassas ciltli kızıma, plastik kaşıklar alerji yaptı. Ben de bu nedenle annemin tarzına döndüm: Ellerimle besledim. Parmağımı yoğurda batırıp, minicik dudaklarına değdirdim. Nasıl da zevkle emdi minik bebeğim. Benim en güzel yemek anılarım da (2 yaşıma kadar geriye gidiyor hatıralarım) annemle yerde yan yana oturduğumuz ve annemin kucağındaki tepsiden aldığı yemekleri bana elleriyle yedirdiği anlardır. Hatta kıvırcık salatayı 5 parmağı ile avuçlayıp ağzıma sokuşunu asla unutamam. Kızım 25 aylık, hala yoğurdu eliyle yemeye bayılıyor :) Eğer bir hata yapıp ilk olarak meyve yemeye alıştırdıysanız, yoğurdu tatlı meyvelerle yedirmeyi deneyebilirsiniz. Muzlu yoğurt nefis olur. Hatta ve hatta ilk yemek olarak kızımın hala severek yediği muzlu kefiri tavsiye ederim. Hem daha sulu hem de içinde hem prebiyotik hem de probiyotik var ki barsakları için çifte faydalı. Kızıma ilk günden beri kefir içiriyorum (evde kendim mayalıyorum, kendimiz de içiyoruz). Soranlara cevabım: Hayır, herhangi bir zararı yok. Yoğurt zararlı mı ki, kefir zararlı olsun? Mayalanmış süttür neticede. Üstelik mayalaması da daha kolay. Kaşığa geri dönersek :) Elinizle yedirmek istemiyorsanız tahta kaşık öneriyorum. Kızım 25. ayında hala meyve püresi ya da yoğurt yiyeceği zaman tahta kaşığı tercih ediyor.

            Her neyse, meyveli yoğurtla da olsa yoğurt yedirme sorunsalını aştıysanız sıra geldi sebzeye. Yapılan araştırmalar bebeklerin brokoli sevdiğini gösteriyor. Erkeklerin en sevdiği sebze de brokoliymiş. İlginç değil mi? Brokoliyi buharda yumuşatın ve kefir veya yoğurtla karıştırıp yedirin. Doktorlar sert tadı olan sebzelerden kaçının derler, çocuğa itici gelmesin diye ama ben brokoli sevmeyen çocuk görmedim henüz (çok da çocuk görmüş değilim aslında) :) Bizim severek yiyeceklerini tahmin ettiğimiz sebzeleri ise çocuklar yerken zorlanabiliyorlar. Mesela patates ve türevleri (tatlı patates vs). Patates püresinin o yoğun kıvamı çocuğun ağzında farklı bir yoğunluk bıraktığı için sanırım rahatsız oluyorlar. 25 aylık kızım halen patates haşlama yemeyi reddediyor. Patates püresini ağzına sürmüyor. Yemeklerdeki patatesleri bile bana yediriyor :) Bir iki defa yediği kızartma patatese ise bayılmıştı. Demek ki neymiş: Çocuklar patatesi kızartma olursa seviyorlarmış. Yanılgıya düşüp de ek gıdaya başlarken patates vermemek lazımmış (ki çoğu doktor nedense patates önerir ilk olarak). Sonra yoğurda eklenecek sebzeleri tatlı sebzelerden seçebilirsiniz. Mesela havuç. Mısır, bezelye, kırmızı (kapya) biber de tatlı sebzelerdir. Ama en risksiz olanı havuç. Yoğurtlu havuç salatasını kim sevmez ki? Ah, bir de pancar. Çok tatlı ve sulu bir sebze. Eminim siz çiğ yememişsinizdir ama rendeleyip yoğurdun içine katabilirsiniz, haşlayıp ezerek de yoğurda ekleyebilirsiniz. Kırmızı yoğurt ilgisini çekebilir. Bir de elbette bal kabağı. Bal kabağı püresi de renkli ve tatlıdır. Ayrıca bebeklerin midesi küçük olduğundan, olabildiğince kalorisi yüksek yiyecekler yemeleri lazım ki az kalorili yiyeceklerle midesi dolmasın. Bu nedenle kendiniz yemiyor olsanız bile yoğurdun içine katılmış avokado gibi yiyecekler yedirmelisiniz. Avokadoyu sevmeyen çocuk da henüz duymadım, ilginçtir. Salatalık gibi besinler ise kalorisi az ama yine de çocukların severek tükettikleri yiyecekler. Çocuk kendisi yiyebildiği için, içinde yüksek su oranı olduğu için (özellikle yazın canı çekebilir), emerek yenebildiği için salatalık yemesi teşvik edilebilir. Soğan ve sarımsağı ben ilk günden beri yemeklerine katıyorum kızımın. Ağzı biraz kötü kokuyor ama hastalanmıyor en azından :) İlk zamanlar doktorumuz arpacık soğan önermişti. Arpacık soğan normal soğandan daha tatlıdır ve daha nötr bir tadı vardır. Ama organik arpacık soğan bulamadığımdan ve toprak altında yetişen sebzeleri organik yemek gibi bir takıntım olduğundan, kızımın yemeklerine de bizim soğanlardan koymaya başladım. Hiç rahatsız olmadı. Hala da soğanlı, sarımsaklı yemeklere bayılır. Elbette her çocuk aynı tepkiyi vermeyebilir ama "Küçük çocuğa soğan, sarımsak ağır gelir" diye düşünüp baştan soğanı yok saymayın. Ne de olsa doğal antibiyotik, üstelik iştahı da açtığını düşünüyorum.

            Bu arada eklemek isterim: Bebeğinizin doğuştan gelen bir damak tadı olduğunu ve bazı yiyeceklerin bu damak tadına uymadığını düşünüp de asla bebeğinize bazı yiyecekleri vermeyi kesmeyin. Kızım ilk aylarda 125 cl yoğurt yiyordu, sonra 1 yaşına kadar ağzına yoğurt sürmedi, sonra 250 cl yoğurt yemeye başladı. Şimdi 25 aylık ve canı isteyince "Yoğurt" ya da "Kefir" istiyor ve koca bir kase yiyor. Canı istemeyince de ağzına sürmüyor. Ama ben ilk yemeyi reddettiğinde "Demek ki damak tadına uygun değil" diye meyveli ve şekerli yoğurtlardan vermeye başlasaydım, şimdi muhtemelen normal yoğurt yemiyor olacaktı. Aynı şekilde hazır bebek yoğurtlarından yediren arkadaşlarımın çocukları da şu anda normal yoğurt yemiyorlar.

            Devam edelim: Sebzeli yoğurt da oturduysa artık sebzenin içine pirinç, mercimek, bulgur katabilirsiniz. İlginçtir bebekler bunları da zevkle yiyorlar. Hangi çocuk pirinç/bulgur pilavına ya da mercimek çorbasına "Hayır" der ki? Sonra sonra sebzeye kıyma eklemeye başlayabilirsiniz. Sanılanın aksine tüm çocuklar ete bayılır. Köfte sevmeyen çocuk gören var mı? Bu nedenle sebze çorbasına gönül rahatlığı ile kıyma ekleyebilirsiniz. Bir de üzerine zeytinyağı gezdirdiyseniz, bomba olur bomba :) 
            • Ben kızımın eline ilk defa 9 aylıkken (doktorumuzun tavsiyesi üzerine) pirzola verdim. Üzerinde çok az et bıraktığım pirzola kemiğini bir emişi vardı ki kelimelerle anlatılmaz :) Etin içindeki suyu emdikçe etin tadına alışıyormuş. Zaten kemiği emerken bir kendinden geçişi, gözlerinin bir bayılışı vardı ki... Bebeğinizi bu zevkten mahrum etmeyin, boğazına kaçar filan diye korkmayın. Kendi kendine yemeye bu şekilde başlıyorlar.  
            • Et yemeyen bir aileyseniz yumurtaya geçiş yapabilirsiniz. Ben kızıma kahvaltıya başladığımız andan itibaren her gün yumurta veriyorum. Henüz bir zararını görmedim. Yumurta beyazı da bebeğin eline verebileceğiniz en tehlikesiz besinlerden. Üstelik çocukların hepsi de yumurta beyazına bayılıyor. Yazıya gelen bir yorum üzerine eklemek isterim ki: Süt ve süt grubu ürünler gibi yumurtanın beyazı da alerji riski yüksek besinlerdendir. Bu nedenle doktorunuzun tavsiyelerine uyarak, yavaş yavaş dozu arttırarak yedirin ve yaşı kaç olursa olsun, çocuğunuzun birden bire bu tür besinlere karşı alerji geliştirebileceğini unutmayın. Bu nedenlerle, olası besin alerjisi tepkilerine karşı her zaman tetikte olmakta fayda var.
            • Bir de yavan ekmek yemesinden hoşlanmıyorsanız, salatanın ya da yemeğin suyuna ekmek bandırarak ağzına verebilirsiniz. Kızım yoğurda, kefire, salataya, yemeğin suyuna ekmek banmaya bayılıyor. Biraz daha büyüsün tabağın dibini sıyırmayı da öğretmeye niyetliyim :)

            Efendim, 9. aya kadar 1 çay kaşığından arttıra arttıra pirzolaya kadar getirtmeyi başardığım kızım, 10. ayında yemeği reddetti. Gün boyu 2-3 kaşıktan fazla yemek yemiyor, çok sevdiği ekmeği bile kemirmek istemiyor ve sadece meme emiyordu. Çok panikledim, çok. Sonra sakinleşmeye çalıştım, oturdum internetten araştırdım. İşte yukarıdaki kitap o noktada işe yaradı. Pek çok doktor da benzer görüşteydi: "İlk 4 ayda bebeklerin yediklerinin yüzde 27′sinin büyümeye harcandığı hesaplanmıştır. 6-12 ay arasında sindirdiklerinin sadece yüzde 5′ini, ikinci yılda ise yüzde 3′ünü büyümeye harcarlar." diyordu kitapta. Yani yavaş yavaş yeme miktarı azalacaktı. Zaten aslında midesi, sadece yumruğu kadardı ve her öğün yiyeceği porsiyon miktarı ancak kendi yumruğun kadar olmalıydı (ki 2-3 kaşık bu miktarı fazlasıyla karşılıyordu). Tüm doktorlar 1 yaşına kadar anne sütünün esas gıda olduğu, diğer katı gıdaların ise "ek gıda" olması gerektiği hususunda fikir birliği ediyorlar. Bazı doktorlar ise kimi hastalarının 2 yaşına kadar ek gıda almadan, sadece anne sütü ile beslendiklerini ve sağlıklı bir gelişim gösterdiklerini söylüyorlar. Ayrıca bebeğin büyüme hormonları da bu işte etkiliymiş. Hızlı bir büyüme içine giren çocuk, bir noktada: "Tamam, buraya kadar! Büyümeyi yavaşlatıyorum!" diyormuş. Nitekim kızım 10. aydan sonra aylarca kilo almadı. Başka anne olsa kafayı yerdi ama ben edindiğim bilgilerden biliyordum ki kilo alması bir sağlık belirtisi değil, ancak kilo kaybederse bu bir sorun. Çok şükür ki kilo kaybı bu kadar az yemeye rağmen hiç olmadı (anne sütü unsurunu unutmamak lazım elbette).

            Kızım 10. ayında cımbız hareketi yapıyor ve yiyecekleri minik parmağı ile tutup ağzına götürüyor, açıkta kalanı da eliyle içeri itiyordu. Ben de onu çiğ beslemeye başladım. Hiç değilse kendi kendine yeme hevesiyle yiyebiliyordu. Minik ekmek ve peynir parçaları, yumurta beyazı, makarna taneleri, domates salatalık ve hatta minik havuçlar (ya da bütün haşlanmış havuç) koyuyordum. Bu noktada artık amacım yiyerek beslenmesi (şişmanlaması) değil, kendi kendine yemeye başlamasıydı. İşe de yaradı. Eğer sizin elinizden beslenmiyorsa ve kendisi de yiyemeyecek kadar heyecanlı ya da yorgunsa, siz ortadan kaybolun ve başkasında yedirmesini isteyin. Eşiniz, anneniz-babanız, hatta bir komşunuz ve hatta bir akraba çocuğu bile olabilir. Başkasına naz yapmaz, yemeği daha kolay kabul eder :)

            12. aydan itibaren kızım süt içmeye başladı. Ama garipsedi elbette tadını. Ona bir değişiklik lazımdı. Ben de minik kutu sütlerden aldım. Pipeti ağzına soktum ve alttan sıktım. Süt ağzına gelince olayı kavradı ve pipetle süt içmeye başladı. İlk önceleri 1-2 yudum. Biz de içeriz süt sabahları kahvaltıda. Her seferinde ona da koydum. Aylarca ağzına sürmedi. Şimdi 25 aylık ve bazen "Süt istiyorum" diye ağlıyor :)

            12. ay civarında her çocukta bir iştahsızlık baş gösteriyor. Bu noktada sakin kalmak çok önemli. Kızım özellikle akşam yemeklerini reddediyordu. Önceleri aç olduğunu bildiğimden ve gece yarısı açlıktan uyanmasından korktuğumdan ısrar ettim. Sonra baktım ısrar aramızı açıyor, ben de yine çiğ beslenmeye döndüm. Koydum önüne kuru yemiş ve kuru meyve ile meyveyi istediğini yedi. Bazı akşamlar fındık ve kuru üzüm yiyip yattı hatta bir akşam hiç unutmuyorum 6 tane mandalina yedi ve yattı, midesi asitten delinir mi acaba diye korkmuştum :) Hiçbir zaman da uyku sorunu olmadı. Yani zorlamamak bu aşamada tek çözüm. Yoksa yemeğini ağzında saklayan çocuklar olabilirler. IKEA'da kızım oyun oynarken kahvaltı etmeyi severim. Birgün çocuk oyun alanında öyle bir çocukla karşılaşmıştık. Ben şişman bir kadınım. Yanımdaki kadın ise ipincecikti. Benim kız da göbekli biraz. Onun kızı ise (5 yaşlarındaydı sanırım) kendisi gibi ince fizikliydi. Kadın sürekli kızına "Hadi, ye. Yemezsen eve gideriz, Çabuk ağzındakini bitir" deyip duruyordu. O kadar çok söyleniyordu ki ben rahatsız oldum. Bir baktım kızın yanağında bir şişlik. Yemekleri ağzında biriktiriyor. "Demek o da öcünü böyle alıyor" diye düşüdüm. Benim kız ise elindeki simidi kemiriyordu. Zorla yediği peyniri yanağında tutacağına, keyifle oynarken bir simit kemirsin... Bebeğinizin zayıf ya da iştahsız olduğunu düşünüyorsanız, önce kendinize ve eşinize bakın. Siz inceyseniz bebeğinizin de az yiyen, ince bir çocuk olması normaldir. Ayrıca sağlıklı olan da az yemek yemektir. Ben o kadının yerinde olsam, çocuğa yemesi için baskı yapacağıma, dönüp yanımdaki şişko kadına bakar, sonra da kendi kendime "Benim kızım büyüyünce böyle hımbıl olmayacak" derdim :)

            Annenin psikolojik sağlığı için de şunu söylemek isterim: Yemek hazırlamaya olabildiğince az vakit ayırın.
            Çocuğuna özel sağlıklı ve lezzetli yemekler yapmaya uğraşıp, sonra o yemeği yedirebilmek için saatlerini veren bir anne düşünün (evet, kızımın bir öğünü ilk başlarda 1-1,5 saat sürüyordu; daha yeni yeni, 25. ayında yarım saate indi çok şükür). Bu kadar uğraşısından sonra bebeğinin o yemeklerle dolu kaşıklara elinin tersi ile vurduğunu, arkasını dönüp emekleyerek kaçmaya çalıştığını, mama sandalyesinde oturmamak için direnip ayağa kalkmaya çalıştığını, yemeklerin yerlere ve duvarlara saçıldığını gördüğünde o anne nasıl hisseder? Hele hele o kadar emek verdiği yemeği duvarlardan, yerlerden temizlemeye çalışırken ne hale gelir? En basit önerim şu: 6-12 ay için bebek maması hazırlama aletlerinden alın. Toplam 15 dakikada kıymalı, pirinçli, sebze çorbanız hazır olur. Bebeğiniz yerse yer, yemezse  "Zaten bir minik tas, üstelik de 15 dakikada pişirmiştim" der kaldırıp atarsınız (kedinize/köpeğinize verebilir ya da sulandırıp kendinize akşam yemeği için sebze çorbası da yapabilirsiniz). Psikolojik açıdan sağlam kalmanın en iyi yolu bu! 12. aydan sonra da kendiniz için pişirdiğiniz yemeklerden teklif edin. Yerse yer, yemezse makarna ne güne duruyor? :) O da olmadı çiğ yemek (sebze/meyve/kuru yemiş). Kızım 25. ayında ve son 1-2 aydır akşam yemeği yemiyor. Sadece kahvaltı ve öğlen yemeği ile yatıyor. Çiğ beslenmeyi bile reddediyor. Gece de uyanmıyor; öyleyse sorun yok. Yeni tartıldık ve boyunu ölçtürdük. Dediğim gibi %90 seviyelerinde. Yemek istememesinin bir nedeni var demek ki. Vücut "Ben 2.20 cm uzunluğunda olmak istemiyorum" diyor ve büyümeyi yavaşlatıyor. Ben de istemem şahsen kızımın 2.20 cm olmasını. Aferin, kızımın akıllı vücuduna :)

            Suyla ilgili de eklemek istediğim bir not var: "Yemekten önce su içirmeyin, tıkanmasın" derler. Benim tecrübem ise tam tersi yönde. Kızım çok su içer. Bazen susadığını fark edemiyor ve bu onda asabiyet yaratıyor. Sürekli etrafta, onun erişebileceği yerlerde su bulunduruyorum. Her yemekten önce su teklif ediyorum. Yemekten sonra da muhakkak su içiriyorum. Yemekten önce susamışsa yemeği reddediyor ama su içip rahatlayınca yemeğini daha sorunsuz yiyor. Bu da benim tecrübem... 
            Bir de doktorları fazla takmamak lazım :) Yok öğlen balık, akşam tavuk yesin; yok her gün 100 gr et yesin, yanında sebze ve meyve yesin, yok günde 6 öğün beslensin... Yazın tatil köyüne gittiğinizde ya da yabancı annelerin bloglarını okurken görürsünüz: İnsanlar çocuklarını patates yemeleri için zorluyorlar. Patates yahu! Biz patates haşlamasını yemekten bile saymayız... Bu insanlar patates ile büyüyorlar ve hepsi de bizden uzun ve bizden ince. Anadolu'da yetişen 3 temel besin var: 1. Buğday 2. Zeytin 3. Üzüm. Bunları yiyen Anadolu çocuğu taş gibi olur. Yanında etini de yer, sütünü de içerse yanağından kan damlar. Bırakın ekmek yesin, makarna yesin (beyaz un olmasın lütfen). Kereviz yemesi için zorlamanın hiçbir anlamı yok. Zorla şekerli besin vermenin, kek muhallebi yedirmenin de bir anlamı yok. Köfte ve makarna/bulgur pilavı ve yanına da ayran en harika öğündür. Hele tarhana çorbasını da seviyorsa her öğün rahat ettiniz demektir. Bakmayın siz Batılı doktorların reçetelerini Türkçeye çevirip bize kakalamaya kalkan doktorlara; biz Anadolu insanlarının genlerinden geliyoruz, anne-babalarımız ekmek üzerine salça sürerek büyüdüler ve benim dedelerim 90 yaşında sapa sağlam öldüler. Önemli olan sağlıklı besinler yemek, miktarı hiç mi hiç önemli değil!

            Benim yemek konusunda önemli olduğunu düşündüğüm noktalar şunlar:
            1. Asla ve asla bebeğinizi zorlamayın, yemek ve uyku konusunun bebeğinizle aranızda gerginlik yaratmasına izin vermeyin. Mesela kızımla yaşıt bebeği olan bir aileyle hafta sonu kahvaltıya gittik. Çocuk değişik bir ortam görünce masada oturup yemek yerine gezinmek istedi ve babası sinirlenip yumurtayı ağzına vurdu. Çocuk ağlamaya başladı, ben rahatsız oldum. Oysa çocuk yumurtasını kendi kendine soyup yiyen bir bebek normalde. Şimdi bu çocuk ertesi gün tepki verip, yumurtayı reddetse şaşırır mısınız? 
            2. Yemeği teklif edin ama asla ısrar etmeyin. Ne kadar yiyeceğine ve ne yiyeceğine bebeğiniz kendi karar verecek. Yemeği önüne koyun ve siz geri çekilin. Ekmek, makarna, haşlanmış mercimek taneleri, buharda yumuşatılmış sebze parçaları (havuç-brokoli-karnabahar-kabak-bal kabağı-patates), minik et parçaları, domates-salatalık, elma-armut-avokado-şeftali-kayısı-üzüm-muz, tuzsuz peynir parçaları (dil, lor) hep bebeğinizin kendi kendine yiyebileceği besinlerdir.
            3. Benim tecrübem: 1 yaşına kadar ne yedirirsen, 1 yaşından sonra da onları yer. Eğer muhallebi ile beslemeye alıştırmışsanız, kahvaltısına bisküvi katmış, ara öğünde ceviz yesin diye cevizli kek teklif etmişseniz; 1 yaşından sonra "Makarnadan başka bir şey yemiyor" diye şikayet etmeyeceksiniz. 1 yaşından önce ağzına bir defa bile sürmüş olsanız, yediği her şeyi tat hafızasına kaydedecektir, unutmayın.
            4. Her ortamda farklı davranılacağını öğrenmeli: Evde bulamaç kahvaltı yenilir, çorba içilir; oyunlar oynanılarak yenir. Dışarı çıkıldığında masada oturulur, normal parça kahvaltı edilir, sebze püresi yenir. Tutarlı olursanız, nerede nasıl davranması gerektiğini çok çabuk öğrenecektir. Mekanı keşfetmek istiyorsa, siz de yemeği bırakın, beraber keşfe çıkın. Merakı dinince geri dönüp yemeğe devam edin. Eşinizle iş bölümü yapın, biriniz bebekle ilgilenirken öteki yemeğini yesin. Gerekirse garsona siparişlerinizi yarım saat arayla getirmesini söyleyin. Önemli olan huzurlu bir ortamda yemek yiyebilmek. Bebeğinizin isteklerini karşılamadan yemek yemesini sağlayamazsınız, boşuna gerilmeyin.
            5. Kendi yemek istiyorsa bırakın yesin. 1 kaşık ona verin, 1 kaşık siz alın (hatta 3 kaşık siz alın, muhakkak düşürür çünkü). Kendisini beslemeye uğraşırken siz de bir yandan onu besleyin. Hatta verin kucağına bir bebeğini ya da ayısını, o kaşıkla ayısını beslerken siz de onu besleyin. Ben şahsen oyun oynatarak yedirmeye karşı değilim. Bebeklerin tüm hayatı oyun üzerine kurulu. Sadece yemek yerken ciddiyet içinde ve pürdikkat olmarını beklemek bence mümkün değil. Benim kızım 25. ayında ve yemek yerken çizgi film izlemek de isteyebiliyor. Hiç itiraz etmem. Doyduğu an, doydum der. Oyun oynuyor olması ne yediğinin farkında olmadığı anlamına gelmiyor. Tüm gün, kesintisiz oyun oynuyor zaten ama her şeyin de pekala farkında...
            6. Yemekleri beraber yiyin. Gerçi ilk başlarda siz pek yiyemeyeceksiniz ama olsun, sonrasında telafi edersiniz :) Onun yemeyi reddettiği çorbayı siz alın ve "Ohhh, miss, şapır şupur" diyerek için. El kadar bebek bile özenecek ve denemek isteyecektir. Bizim kızın yemediği yemekleri kedimize verince birden kıymete biniyordu mesela :) Nasıl ki oyuncak telefonla oynamayı reddedip, gerçek telefonla saatlerce oynayabiliyorsa; sizin yediğiniz yemekleri de sırf denemek ve sizinle eşit olabilmek için yemek isteyecektir.
            7. Doydum, demesini öğretin. Kızıma her yemekte soruyordum "Doydun mu?" diye. 16. ayında doydum diyebiliyordu. Kontrolün kendilerinde olduğunu fark ettiklerinde daha az olumsuz tepki veriyorlar. Kızım "Doydum" dediği andan sonra asla bir kaşık fazlası için zorlamadım. "Aferin güzel kızıma, çok güzel yedi yemeğini ve doydu, karnı kocaman oldu" deyip ağzını sildim. Ağız silme, bizde yemeğin bittiği anlamına gelir. Sonra da yemeği kaldırdım. Yemeği kendisi sonlandırdığı için ne kadar gururlanıyordu anlatamam :) Oysa eşim (ilginçtir) yemek yedirdiği zaman sürekli son kaşık için zorluyor kızımı. Hayır, anlamıyorum: Gerçekten de tabağın dibinde 1 kaşıklık yemek kalmış oluyor, "Bitirsin" diyor. "İyi de hayatım, zaten hepsini yemiş, hepi topu 1 kaşık kalmış. Bırak onu da yemeyi versin" diyorum. Bazen de tabağın yarısı dolu oluyor "Çok az yedi, 1 kaşık daha yesin" diyor. Ben de "Ama hayatım zaten tabağın yarısı duruyor, 1 kaşık daha yese ne olacak, yemese ne olacak" diyorum :)) Yani demek ki neymiş: Önemli olan sizin olaya bakış açınız.
            8. Porsiyonlarını küçük tutun. Diyetisyenim bana dışarıda yemek yemem gerektiğinde elimi yumruk yaparak porsiyonlarımı ölçebileceğimi söylemişti. Yani herkesin yemesi gereken miktar kendi yumruğu kadarmış. Aynı yöntemi çocuk doktorları da tavsiye ediyorlar. Bebeğinizin yumruğuna bakacak olursanız, bebeğinizin sizin yemesini istediğiniz miktardan çok daha azı ile doymakta olduğunu görürsünüz. Bu nedenle bebeğinizin tabağına koyduğunuz yemek miktarı, onun yumruğu büyüklüğünde olsun (2 yemek kaşığı çorba ile doyabilir mesela). Ama eğer doymaz ve daha isterse, o zaman hem siz sevinirsiniz hem de bebeğiniz kontrolün kendinde olduğunu fark edip daha da iştahlı yiyebilir. Denemekte fayda var :)
            9. Sürekli temizlik yapmayın. Bizde ağız silmek, yemeğin bittiğini işaret eder. Sürekli ağzını burnunu ellerini silerseniz çocuk rahatsız olabilir ya da pis bir şey yapıyormuş gibi hissedebilir. Gerekirse yemekten sonra banyoya sokun, yeter ki ağzını ve ellerini silip durmayın. Aynı şekilde etrafı da silip durmayın. Mama sandalyesinin altına bir bez serin ya da yüksekte durmaktan hoşlanmıyorsa bir yer sofrası yapın ve bırakın kendisi yesin. Hatta bebeğini çıplak şekilde küvete oturtup yediren bir anne bile tanıyorum. Sizi sakinleştirecekse bunu da deneyebilirsiniz. Ama bebeğin, normal insanların ne şekilde yemek yediğini öğrenmesi de gerekli bence :)
            10. Hazır gıda vermeyin. Hafta sonları dışarı çıkacaksanız ve başka alternatif yoksa, olabilir. Ama evde sürekli hazır yoğurt, hazır kavanoz mama, hazır süt vs vermeyin. Bu tür konserve yiyeceklerin içinde lezzet arttırıcılar var. Bize daha lezzetli geliyorlar. Bu tür yiyeceklere alışan çocuklar evde hazırlanan yiyeceklerin tatlarını beğenmiyorlar. Mesela hazır bebek yoğurdu yiyen çocuğunuza evde mayalanan yoğurdu yediremezsiniz. Bu durumda ileride sürekli hazır gıda tüketmek isteyen ve örneğin şeftaliden tat almayan bir çocuğunuz olabilir. Azı karar, çoğu zarar. Hatta labne peyniri bile vermedim ben kızıma kutu diye. Şimdi görüyorum ki labneye alışan çocukların normal kahvaltıya geçmesi ve peynir yemeye alışması daha zor oluyor. Yoğurt yapma makinesi ve bebek maması hazırlama makineleri ucuz ve az yer kaplayan makineler. Alın birer tane. Hem zamandan kazanın hem de hızla dışarı çıkmanız gerektiğinde yanınıza hazır mama almak zorunda kalmayın.
            11. Bebeği fiziken yorun. Biz yeni nesil Türk aileleri bebeğe süs eşyası muamelesi yapıyoruz. Oysa eskiler gibi bebeği atıp tutmak, hoppacık hoppacık diyerek zıplatmak lazım. Hem kasları için gerekli hem de kalori kaybedebilmeleri için gerekli. Kendinizi düşünün spor yapınca ya da fiziken çok çalışınca "Kurt gibi acıktım" dersiniz ya da "Açık hava insanı acıktırıyor" dersiniz. O zaman bebeğinizi de dışarı çıkartın. Ben 6. ayından sonra kızımı her gün parka götürdüm. Korumalı salıncaklarda sallanabiliyordu, oturabildiği için. Çimenlere örtü serip üzerine yüzüstü yatırıyordum, elleriyle çimenleri papatyaları koparıyordu. Hem elektriğini atıyor hem de yoruluyordu. Yorulan bebek daha fazla ve daha iştahlı yer. Tıpkı yetişkinler gibi.
            12. Öğürmesinden korkmayın. Bebekler kendi kendilerini beslerken sıklıkla öğürürler. Bu da anneleri korkutur ve katı gıda konusunda çekingen davranmalarına neden olur. Oysa unutmayın ki bebeklerin öğürme refleksi dillerinin ortasında harekete geçer. Dolayısıyla büyük parçaları boğazlarına gitmeden geri çıkarabilirler. Bir kaç defa öğürdükten sonra da rahatlıkla yemeyi öğreneceklerdir. Ben kızıma 1 yaşından beri kuru yemiş yediriyorum. Çok da dikkat ediyorum elbette. Çok şükür birkaç öğürme dışında ciddi hiçbir kaza yaşamadık.
            Eğer siz sakin kalmayı başarabilirseniz, bebeğiniz kendini güvende hissedecek ve sizinle iş birliğine açık olacaktır. Gerekirse bebeği babasına bırakın ve çıkıp bir sinemaya gidin. Bebeğiniz zafiyet geçirmeyecek ve siz yetersiz bir anne değilsiniz. Su akar, yolunu bulur; yeter ki siz kendinizi mutlu hissedin...

            İşte benimle aynı kafada bir anne daha :)
            Yasemin

            14 Ekim 2011 Cuma

            Türkiye'de sınıf farklılıkları neye göre belirleniyor?

            Sınıf farkı gözetmeyen milli yiyeceğimiz: Simit :)

            Orta sınıf bir aileden geliyorum. Daha doğrusu, küçükken kendimi Türkiye çoğunluğunun tabi olduğunu düşündüğüm orta sınıfa dahil sanıyordum. Sonra büyüdükçe ve kozamdan çıkmaya başladıkça, farklı dünyaların da olduğunu gördüm. Gördüklerimden utandım ve kendimi üst-orta sınıfa mensup olarak nitelendirmeye başladım. 

            Yalnız burada meydana gelebilecek bir yanlış anlaşılmayı da düzeltmek isterim: Yaptığım sınıflama gelir düzeyine değil, yaşam kalitesine aittir. Zira akrabalarımız arasında bizden katbekat zengin insanlar vardı ama bizim gibi yaşamıyorlardı. Biz lüks bir semtte kirada oturuyorduk. Bir köpeğimiz vardı ve köpeğimizi de tavuk etiyle besliyor, o seviyor diye özel susamlı kurabiyelerden alıyorduk. Akrabalarımızdan biri bir gün benim yanımda: "Fakirin çocuğu olacağına, zenginin köpeği ol. İşte böyle el üstünde yaşarsın" demişti. Annem hiç istifini bozmadı, gülümsedi geçti her zamanki gibi ama ben çok şaşırmıştım. Kendimizi zengin olarak görmüyordum hiç. Eve dönünce annemle konuştuk. Annemin söylediklerini asla unutmam: "Kızım biz babanla sabahtan akşama çalışıyoruz. Kirada oturuyoruz ve henüz bir arabamız yok. O konuşan akrabam ise artık çalışmıyor. Çalıştığı süre içerisinde 5 katlı bir bina yaptı. Binanın her bir katında bir evladı oturuyor. Boş kalan daireler ise kirada. Çocuklarının gelirleri de aileye katılıyor. Sahibi oldukları arabaları saymıyorum ama bir de çalıştırdıkları taksileri var ki (o dönem) plakasının ederi 1 trilyon lira. Ama bırak hayvanları beslemeyi, çocuklarına süt almaya bile paralarının olmadığını söylerler", demişti. Zaten görüntü olarak da o kadar yoksulluk içerisinde yaşıyorlardı ki sahip oldukları servet beni şaşırtmıştı. O zamanlar işte zenginliğin sahip olunan mallar ile ölçülmemesi gerektiğini anlamıştım. Biz gerçekten de onlardan çok daha zengindik.

            Sonraları kelimenin gerçek anlamında zengin insanlarla tanıştım. Akrabalarım arasında da çok zengin olanlar vardı. Farklı bir dünyada yaşıyorlardı. O dünya da ilgimi çekmedi. Onlar da tıpkı diğerleri gibi mala fazla önem veriyorlardı. Birbirlerinin takılarına, kıyafetlerine, arabalarına, evlerine, mobilyalarına bakıyorlardı ve bu durum beni çok rahatsız ediyordu. Belki gittikleri, gezdikleri yerler çok kaliteliydi ama hep diken üzerinde oturman gerekiyordu. O dünya da ilgimi çekmedi.

            Ben akademik hayatı tercih ettim. Sahip olduğum özelliklerle özel sektörde çalışsam şu anda aldığım maaşımın 4 katını alırım. Ama hayata bir kere geliyorum ve sevdiğim işi yapmak istiyorum. Yani para ve mal varlığı benim için ancak ihtiyaçlarımı karşıladığı oranda önemli oldu.

            Bu kadar lafı da niye ettim, bana tüm bunları hangi olay düşündürdü? Kızımın 2 yaş genel sağlık kontrolü için doktora gittik. Doktorumuz parasal anlamda zengin, üst gelir sınıfına hitap eder bir doktor. Ama genç yaşında profesör olmuş ve ileri yaşına rağmen hala haftanın 6 günü çalışan, işine aşık, çocuklara aşık, bilgili ve tecrübeli bir doktor. Hem benim hem de annemle eşimin içine siniyor. Üstelik diğer doktorlar 15 dakikada bir randevu verirken, bu doktorumuz 30 dakikada bir randevu veriyor; yani kızıma ve bize daha fazla vakit ayırıyor. Gerekirse ağlamasının dinmesini beklemeye zaman oluyor. Ayrıca muayenehanesi tüm apartman dairesini kaplıyor ve salonu baştan aşağı oyuncak dolu. Kızım oradaki oyuncaklarla zaman geçirmeye bayılıyor. Ayrıca kızımı (çok şükür) sık sık doktora götürmem de gerekmediğinden, doktora verdiğimiz para da gözüme batmıyor.

            Her neyse, kontrol sırasında yavaş yavaş memeden uzaklaştırmaya çalıştığım kızıma bir de doktorumuzdan destek gelsin diye: "Boyu ve kilosu yeteri kadar ilerlediğine göre artık kızım abla olmuş sayılır değil mi Doktor Teyzesi? Bu durumda artık meme emmesine de gerek yok, öyle değil mi?" dedim. Doktorumuz da hemen bir hikayeye başladı: "Evet, tabii ki. Bir Diş Perisi var, biliyor musun? 2 yaş doğum gününden sonra tüm memeleri kesiyor." dedi. Kısa bir şok geçirdim. Kızıma peridir, cindir filan anlatmam zaten. Keloğlan'dan bile hazzetmem ama Diş Perisi daha da yabancı kızıma. Üstelik de memeleri kesiyormuş... Kızımın da benim de yüzümüz değişti bir anda. Doktorumuz bu durumu fark etti ama hikayeye de devam ediyor bir yandan: "Sonra bir dükkana gidiliyor. Yeni meme alınıyor. Kasadan geçtikten sonra bir bakılıyor ki Diş Perisi yine kesmiş memeleri." Derken ben durumu aydım: "Biz" dedim "Emzik emmedik hiç, Doktor Teyzesi. Bırakmak istediğimiz meme, annenin memesi". Hepimiz rahatlayıp gülmeye başladık bir anda. Doktorumuz emziriyor oluşuma sevindi, 3 yaşına kadar emzirmemde bir sorun olmadığını ve her ikimizin de rahat olduğu bir dönemde memeyi bırakmaya çalışmamızın daha doğru olacağını söyledi.

            Kadıncağız haklı. Notlarına göz gezdirmeden konuşmaya başlamıştı. Oraya gelen annelerin hemen hepsi çocuklarına emzik veriyorlar ve geçen gidişimizde söylediğine göre de, an itibariyle hastaları arasında en uzun emziren anne de benim sanırım. Ama onun haricinde doktorumuzun, benim de kızımın da Diş Perisi'nden bihaber olabileceğimizi aklına bile getirmemiş olması çok ilginçti. Demek ki oraya gelen tüm anneler ve çocukları Diş Perisi'ni biliyorlar. Hangi kültürden geliyor ki bu insanlar? Ben mi farklı bir noktadayım, anlayamadım.

            Bilahare doktorun sekreteri de bana "Anneniz nerede, bu sefer yok yanınızda" dedi. Ben de "Evde salça yapıyor, mevsimi kaçırmamak için, gelemedi bu sefer "dedim. Kadın şok geçirdi. "Aaaa, nerelisiniz siz?" diye sordu. Ben de "İstanbulluyum" diye cevap verdim. Bu cevabı alan pek çok kişi gibi sekreter de kızdığım için bu cevabı verdiğimi sandı. "Hayır, yanlış anlamayın, ben Egeliyim. Bizim oralarda hep salça yapılır ama İstanbul çevresinde ve Marmara bölgesinde salça yapana rastlamadım hiç de, o nedenle sordum" dedi. Yok artık, daha neler, dedim içimden. Bir yandan da kadıncağız acaba güneşte kurutulan salça mı sandı diye düşünüp: "Aslında kastettiğim sizin yaptığınız gibi salça değil de, domates ve biber sosu" diye lafı uzattım :) Ama kadıncağız ısrarla bana daha önce İstanbullu olup da kışlık hazırlık yapan kimse görmediğini söylüyor. "Eh, biz yapıyoruz işte" dedim. Ama kadıncağız fikrini desteklemek için bana: "Ben rende kullanmayı bilmeyen bile gördüm" dedi. Nasıl yani? "Rende kullanmak" mı? Araba mı yahu bu? Baktı ki suratımda anlamaz bir ifade var, açıklamaya başladı: "Bir gün bir bebeğimizin annesi aradı bizi. Çocuğuna vermek için hazırlayacağı meyve püresini bilendırdan geçirip geçiremeyeceğini sordu. Ben de Doktor Hanım'ın özellikle cam rende tavsiye ettiğini söyledim. Ama anne, üzgün bir sesle rende kullanmayı bilmediğini söyledi. Ben de kendisine, evde kullanmayı bilen biri olup olmadığını sordum." dedi. Haydaaaaaa, yok yok, ben kesin farklı bir dünyada yaşıyorum. Demek ki evinde rende bulundurmayan, kendi anne-babasının bile rende kullandığını görmemiş olan bir grup insan var çevremizde.

            Gerçi bu tür şeyleri duymak iyi oluyor. Bazen insanlarla konuşurken, herkesi kendim gibi sanıp konuşuyorum. Oysa onlar benden çok daha farklı bir dünyada yaşıyor olabilirler ve söylediklerim onlara çok uzak ve çok anlamsız gelebilir.

            5 Ekim 2011 Çarşamba

            Eşinize (karınıza/kocanıza) İstediğinizi Nasıl Yaptırtırsınız?



            Henüz lise öğrencisiyken ilk çocuğunu kucağına almış, 8 çocuklu bir babanın tavsiyesi:

            Başlık, sanki insanların zihinlerinin nasıl kontrol edilebileceğini anlatan bir el kitabından alıntılanmış gibi duruyor olabilir. İnsanın aklına Stepford Wives (Stepford Kadınları) filmini getiriyor;  sadece efendisinin emirlerini yerine getirmeye programlanmış, tamamen yapay,  robot insanlar.

            Oysa ben herhangi birini, yapmak istemediği herhangi bir şeyi yapması için zorlamaktan bahsetmiyorum. Bu tür bir zorlama hastalıklı ve muhtemelen de yasadışıdır. Benim bahsettiğim yöntem ise çok daha güçlü ve üstelik ahlaki açıdan da uygun bir yöntem. Benim bahsettiğim, kocanızın ya da karınızın, sizin yapmanızı istediğiniz şeyi yapmak istemesini sağlamakla ilgili. İlginizi çekti mi?

            Çok basit bir değişikliğin, uzun vadeli ve çok çarpıcı bir etkisi olacağına eminim. Ayrıca eşinizle ilişkiniz açısından da çok olumlu olacaktır. Eğer birkaç basit kavramı benimle birlikte ele almaya istekliyseniz, bu sonuca siz de varabilirsiniz.

            İnsan Doğası Berbattır

            İnsanlar son derece bencil yaratıklardır. Çoğunlukla, bir baskıyla karşılaştığımızda, kendi isteklerimizi diğer insanların ihtiyaçlarının önüne koyarız. Dünyanın bir ucundaki insanlar açlıktan ölürken, diğer ucundaki insanlar aşırı şişmanlık hastalığının elinde kıvranmaktadırlar. Neden? Çünkü biz kendi arzularımızı, onların ihtiyaçlarından önde görmekteyiz.

            İnsanlık olarak, böylesi durumlar için bir de kelime üretmişiz: Bencillik. Bu kavrama daha önceki yazılarımda da değinmiştim ama bu sefer bu kavrama değişik bir pencereden bakmak istiyorum.

            Eşim inanılmaz bir kadındır. Sekiz çocuğumuzu da okula göndermeyip evimizde kendisi okutur, çok lezzetli yemekler yapar ve şimdiye kadar gördüğüm en iyi ev idarecisidir. Yaptığı bunca işin arasında bir iş var ki, eşim yapmaktan hiç hoşlanmıyor. Eşim tencere, tava gibi büyük bulaşıkları elde yıkamaktan nefret ediyor.

            Ovulması gereken tüm tencereler, tavalar, çaydanlıklar vs. İşte tüm bu bulaşıklardan eşim resmen nefret ediyor. Süpermen'in Kriptonit'ten kaçtığı gibi, bu görevden kaçmak istiyor.

            Bence bu durum, aslında bir sorun bile sayılmaz. Eşim o kadar çok çalışıyor ki bu tür büyük bulaşıkları yıkamamı rica etmesi hiç de fazla bir şey sayılmaz.

            Ama işte bu noktada bir sorun çıkıyor. Bu tür bulaşıkları yıkamaktan ben de nefret ediyorum.

            Bu durumda ortada bir sorun var. Yapılması bizi bekleyen bir görev var ve ikimiz de bu işi yapmaktan hiç hazzetmiyoruz. Bana sanki iki seçeneğimiz varmış gibi geliyor:

            1. İkimiz de İnat Edebiliriz
            İkimiz de silahlarımızı çıkartabiliriz, elimizdeki upuzun yapılacaklar listesini sayıp dökeriz, gün boyunca yaptığımız tüm işleri gözden geçiririz ve acaba hangimiz "Senden Daha Fazla Çalıştım" iddiasını kazanacak diye bakarız.

            İpucu: Sözüm bu yazıyı okuyan tüm yeni evli çiftlere: Bu iddianın kazananı olmaz. Eğer yakın bir arkadaşınızın evinde uyuyabileceğiniz rahat bir kanepe yoksa bu tür bir iddialaşmaya girmeyi denemeyin bile.

            2. Boyun Eğebiliriz / Teslim Olabiliriz
            Kimsenin duymaktan hoşlanacağı bir ifade değil belki ama işe yarar. Patronumuza, polis gücüne, hukuk sistemine vb boyun eğeriz. Bu gerçekten de iyi bir şeydir. Özellikle de sevgilimizin isteklerine teslim olmak çok daha iyidir.

            Eğer eşime olan aşkımın bulaşıklara karşı olan tiksintimden daha çok olduğuna karar verirsem, bu kararım eşime öylesine güçlü bir mesaj gönderir ki tartışmayı başlamadan sona erdirir.

            Şimdi muhtemelen bu durumun eşinize istediklerinizi yaptırtabilmekle ne alakası olduğunu düşünüyorsunuzdur. Anlatmak istediğim, eşinize karşı olan sevginizi göstermenizin yeterli olacağıdır.

            İşte bu, eşinize istediğinizi yaptırtabilmenizin yoludur.

            Eşime onu her şeyden daha çok sevdiğimi  gösterebilirsem, benim isteklerimi yapma noktasına kendiliğinden gelir. Hem de her seferinde...

            Ben bir erkeğim ve artık dünyada eşimi korumak adına öldürebileceğim canavarlar, dövmem gereken kötü adamlar yok. Kimse eşimi dağa kaldırmaya filan da kalkmayacak. Bu nedenle benim eşime olan bağlılığımı gösterebilmem, bu tür kahramanlık örneklerinde olduğu gibi  kuru ve kısa yoldan olmuyor.

            O eski günlerde olmadığımıza göre, peki ben eşime olan sevgimi ona nasıl göstereceğim? Onun en sevmediği işlerin sorumluluğunu üzerinden alarak... Onun isteklerine uygun olarak kendimden fedakarlıkta bulunarak... Tuvaletleri temizlemek, çocukları azarlamak, market torbalarını eve taşımak ve evet, diğer başka işlerin yanı sıra tencere tavayı yıkmak da bu kapsamda sayılabilir.

            Eşimi koruyabilmek için kendimi bir kurşunun önüne atabilirim ve aynı şekilde, onu Bulaşıktan Yıpranmış Eller Canavarı'ndan da koruyabilirim. İşte bunu eşime gösterebildiğimde, o da kendini güvende ve koruma altında hissedecek ve kayıtsız şartsız sevildiğini bilecektir. Bir başka deyişle, eşimin en derin ihtiyacını karşılamış olacağım.

            Şu noktayı lütfen gözden kaçırmayın, eğer bir kişinin ihtiyaçları karşılanmışsa iyiliğinize karşılık verme eğilimi gösterir. Eşimden benim hoşuma giden şeyleri yapmasını rica etmeme hiç gerek olmaz. Onun için yaptıklarımı görünce zaten kendiliğinden benim hoşuma gidecek şeyleri yapar. Yapmaya çalıştığım işi mahvetsem bile gösterdiğim çabayı takdir eder ve benim için bir şeyler yapmak için kendiliğinden hevesli olur.


            Küçük Bir Uyarı
            Yalnız gözden kaçırmamanızı istediğim bir nokta var. Sadece karşılığını alabilmek için eşinizin isteklerini yerine getirmeniz halinde, tüm meseleyi baştan ıskalıyorsunuz demektir. Eğer karşılığını almak için eşinizin bir arzusunu yerin getirirseniz, bu yaptığınız fedakarlığı bir alış verişe dönüştürür.

            Anlattığım yöntemin işe yaraması -ve eşinizle olan ilişkinizin dönüşüme uğrayabilmesi- için kendinizden özveride bulunma nedeniniz sadece eşinizin arzularını yerine getirmek olmalıdır.

            Ben tencereyi tavayı, eşim benim damak tadıma göre yemek pişirsin diye yıkamıyorum. Bütün o iğrenç, mide bulandırıcı bulaşıkları yıkama işini sadece eşim yıkamak zorunda kalmasın diye üstleniyorum. Eşim de benim sevdiğim yemekleri, ben bulaşıkları yıkayayım diye değil, sadece yediğim yemeklerden zevk alayım diye pişiriyor.

            İşte buna fedakarlık denir ve çok güçlü bir özelliği vardır. Bunun adı evliliktir. Eşinizin sizin isteklerinizi yerine getirmesini sağlamanın tek yolu da budur, çünkü eşinizi isteklerinizi yerine getirme konusunda ancak bu şekilde hevesli hale getirebilirsiniz.

            Dean Mehrkens

            Yazıya yapılan yorumlar da erkek düşünce açısını yansıtması bakımından çok ilgimi çekti:
            1. Hizmet etmek harika bir kavramdır. Eğer ailede herkes birbirini gözetirse mutluluk dolu bir aile meydana gelir.
            2. Yazınıza katılıyorum. Ancak ben eşimin istediği hizmeti aynı zamanda bir takım olduğumuz için de yapıyorum. Çünkü takım içerisinde "ben" yoktur.
            3. Tecrübelerime dayanarak bu yöntemin çok işe yaradığını söyleyebilirim. Eşim ve benim harika bir evliliğimiz var ve evliliğimizin temeli karşılıklı hizmet üzerine kuruludur. Eşim istediğinde onun için yemek yapmaktan asla gocunmuyorum, çünkü karşılığında benim için öyle fazla şey yapıyor ki. Eğer doğru yönden bakarsanız, fedakarlık çok keyif vericidir.
            4. Ben anlatılan yöntemde fedakarca bir tutum görmüyorum. Eşinize hizmet etmek takım olmanın bir gereğidir. Takım arkadaşımdan her zaman her işi yüklenmesini bekleyemem. Mesela çamaşırların yıkanması: Çamaşırların yıkanması lazım ve ben de yıkamaktan gocunmuyorum. Çok sevdiğim bir iş olmasa da ailemizin işi görülmüş oluyor. Burada anahtar kelime, daha az bencil ve daha çok yardımcı olabilmek.
            5. Bu yöntemin asli amacı daha az bencillik gösterebilmektir. Fedakarlıkla ilgili kısma gelince; eğer yapmayı aklımızdan bile geçirmeyeceğimiz bir şeyi, bir başkası için yapıyorsak bunun adı fedakarlıktır. Çok küçük bir şey bile olsa, daha yüce bir amaç adına yaparız.