30 Mayıs 2013 Perşembe

Anne Olmak Kişisel Gelişimi Nasıl Etkiler? "Şua Şua'nın Fablı, Tiyatroyu Keşfeden İnsanöncesi Kadın"



Eğer doğum yapmadan önce okusaydım ve hatta kızım 3,5 yaşındayken okumuş olmasaydım, bu hikayeden şu anda aldığım lezzeti al-a-mazdım muhtemelen. Ama şimdiki halimle hikayeye vuruldum, gözüm yaşararak okudum ve ilk kadından bu yana, anne olmanın hem kişiye hem de insanlığa neler kattığını bir kez daha anladım. Ayrıca hamile kalmak, doğum yapmak, lohusa olmak, eşler arasındaki ilişkiler, emzirmek, bebeğin irade kazanması ve "2 yaş sendromu" veya "Korkunç 3" denen kavramların aslında çocukla değil, anne ile ilişkili olduğu gerçeğini bir kez daha görmüş oldum:

İsa'dan on bin yıl öncesine uzanan antik bir Çin fablı insanöncesi kadın Şua Şua'nın (Xua-Xua) sıradışı tiyatro keşfinin hikayesini anlatır. Bu eski masala göre bu keşfi yapan bir kadındı, erkek değil! Erkekler sadece bu olağanüstü sanatı çaldılar ve çağlar boyunca birçok zamanda da kadınları oyuncu ve hatta seyirci olarak bile dışladılar. Bazı toplumlarda kadın rolleri bile erkeklere tahsis edilmiş ve onlar tarafından oynanmışlardır. Örneğin Şekspir (Shakespeare) zamanında genç erkekler (yetişkin olmayan erkekler) kraliçeleri oynardı! Yunan tiyatrosunda kadınların pasif seyirci olmalarına bile izin verilmezdi... Çünkü tiyatro çok güçlü ve kudretli bir sanattır. Erkekler esasında kadınların keşfettiği şeyin yeni kullanımlarını buldular. Sanatı kadınlar keşfetti. Erkekler ise onun düzenini icat ettiler: Yapıları, oyunları, oyunculuğu.

Şua Şua, kadınöncesinin ve erkeköncesinin dağlardan ovaya, kardan denize dolaştığı, beslenmek için diğer hayvanları öldürdüğü, ağaçlardan meyve ve yaprak yediği, nehirlerden su içtiği, kayalıklardaki derin mağaralarda kendilerini koruduğu zamandan yüzlerce, binlerce yıl önce yaşadı. Bu Neandertal ve Kromanyan'ın gelişinden çok önceydi. Görünüşleri, beyinlerinin ağırlığı ve zalimlikleri ile neredeyse insan olan Homo Sapiens ve Homo Habilis'ten de çok önce idi.

Bu insan öncesi varlıklar, kendilerini daha iyi koruyabilmek için sürüler halinde yaşarlardı. Şua Şua'nın en ilkel dil olan "protomundo"nun bile henüz bulunmadığı hatta sözlü bir dilin bile var olmadığı bu çağda aslında ne böyle ne de başka bir adı vardı. Şua Şua sürüdeki en güzel dişiydi ve Li Peng de en güçlü erkekti. Doğal olarak birbirlerini etkilediler. Birlikte yüzmeyi, ağaçlara ve dağlara birlikte tırmanmayı, birbirlerini koklamayı ve yalamayı, dokunmayı, sarılmayı, sevişmeyi seviyorlardı. Bir diğeri ile birlikte olmak iyiydi. Birlikte.

İki insan öncesi kişinin olabileceği kadar mutluydular.

Bir gün Şua Şua bedeninin değiştiğini fark etti. Karnı büyüdükçe büyüyordu. Karnı büyüdükçe utanmaya ve ona ne olduğunu anlamlandıramayan Li Peng'den uzaklaşmaya başladı. Li Peng'in Şua Şua'sı artık ne fiziksel ne de ruhsal olarak eski Şua Şua'ydı. Birbirlerinden uzaklaştılar. Şua Şua, yalnız kalmayı ve karnını seyretmeyi seviyordu. Li Peng ise diğer dişilerin peşinden gitti fakat asıl dişisi gibi bir tane bulamadı.

Şua Şua karnının hareket ettiğini hissetti. Tam uykuya dalmak üzere iken sağdan sola, soldan sağa kayıyordu. Zaman geçtikçe karnı büyüdükçe büyüdü ve daha çok hareket etti. Li Peng iyi terbiyeli bir seyirci gibi korku ve üzüntü ile onu sadece uzaktan seyretti. Onun akıl erdiremediği eylemlerine seyirci kaldı, harekete geçmeden izledi.

Annesinin rahmindeki Lig Lig Le (henüz bir dil bulunmamış olsa bile çocuğun adı buydu çünkü bu fabl tüm özgürlüklerin serbest bırakıldığı ve hoş karşılandığı eski bir Çin fablıdır) büyüdükçe büyüyordu fakat kendi bedeninin sınırlarını ve limitlerini tanımlayamıyordu. Bedeni derisinde mi bitiyordu? Yoksa içinde yüzdüğü rahim sıvısında mı? Lig Lig Le etrafını saran annesinin bedeninin sınırlarında mı bitiyordu? Dünya bu muydu? O, annesi ve dünya tek vücuttu, o onlardı ve onlar da o idi. Bugün bile çıplak bedenlerimizi su dolu bir küvete, yüzme havuzuna veya denize daldırdığımızda o ilkel duyguları hissetmemizin nedeni budur. Böylece bedenlerimizi tüm dünyayla birleştiririz, Tabiat Ana'yla.

Beden ve dünya arasındaki bu karmaşanın nedeni Lig Lig Le'nin duyularının henüz tam canlanmaması idi. Henüz göremiyordu çünkü gözleri kapalıydı. Koku alamıyordu çünkü o küçük sıkışık hacimde atmosfer yoktu ve nefes alamıyordu. Tat alamıyordu çünkü henüz ağız yolu ile değil göbek bağı yolu ile besleniyordu. Hissedemiyordu çünkü derisi her zaman aynı sıcaklıkta olan sıvıya değiyordu ve onunla kıyaslayabileceği başka bir şey yoktu. Tüm hisler görelidir: Bir sesi algılayabiliriz çünkü sessizliği duyarız, bir parfümün kokusunu alırız çünkü kötü kokuları koklarız.

İşitme, net bir şekilde ortaya çıkan ilk duyusuydu. Lig Lig Le, açıkça kulakları tarafından uyarılıyordu. Sürekli ritimler, periyodik sesler ve rastlantısal gürültüler duyuyordu: Annesinin ve kendisinin kalp atışları, hızla akan kan, mideden gelen sesler ve dışsal sesler. İlk net duyumları akustikti ve bu sesleri uyarlayabilmek için düzenlemesi gerekiyordu. Bu yüzden müzik en eski sanattır, en derin kökeni rahimdedir. Dünyayı düzenlemeye yarar fakat onu anlamaya yaramaz. Doğumdan önce yaratılmış, insan öncesi bir sanattır.

Diğer sanatlar diğer duyguların açığa çıkmasının ardından ortaya çıkar. Doğumdan bir ay sonra bebek, önce şekilleri sonra da detayları görmeye başlar. Ya biz yetişkinler, biz ne görebiliriz? Biz hareket halindeki imgelerin süreğen akışını görürüz. Gündelik yaşamda imgeleri sabitleştirmek ve durdurmak imkansız olduğundan bunun için plastik sanatlara ihtiyaç duyarız. Fotoğraf, sinema, izlenimcilik daha sonra hareketi durdurmak için ortaya çıkmıştır.Bu sanatlar gerçekliği dışarıdan görür. Dans ise aksine organizasyonunu destekleyecek sesleri kullanarak hareketin içine nüfuz eder ve onu düzenler. Üç sanatsal duyu şudur: İşitme ve görme ana duyuları ile oyuncular arasındaki (duruma göre oyuncu ile seyirci arasındaki) dokunma duyusu. Diğer iki duyu, tatma ve koklama, hayvansal yaşamın pratik yönü ile ilgilidir.

Parlak ve güneşli bir gün Şua Şua nehir kıyısında bir çocuk doğurdu. Li Peng hala korkarak ve harekete geçmeden bir ağacın arkasından seyretti.

Bu safi bir sihirdi. Şua Şua çocuğuna baktı fakat anlamadı. Bu cılız, küçük beden kendi bedeninin bir parçasıydı. İçinde durmuştu, şimdi dışarıdaydı ama şüphesiz o kendisiydi. Anne ve çocuk aynı ve tekti. Kanıtı da şuydu ki bu küçük beden (onun bir parçası) memesini emerek büyük bedenle birleşmek ve geri dönmek istemişti. Böylece kendine güven duydu. O her ikisiydi, her iki beden de o idi. Uzakta iyi seyirci Li Peng bunu gözlemliyordu.

Lig Lig Le büyüdü, kendi iki ayağı üzerinde yürümeyi öğrendi, ana-bedendeki süt dışında başka şeylerle beslenmeyi öğrendi. Ve aynı dönemde büyük bedene bazen itaat etmeyecek kadar bağımsızlaştı. Şua Şua çok korkmuştu. Bu, birinin ellerine dua etmesini söylemesi ama onların boks yapmaya başlaması veya bacaklarına oturmalarını söylemesi ama onların yürüyüp gitmesi gibiydi. Onun bu küçük, fakat sevgili parçası tarafından yürütülen bir isyan çıkmıştı. Anne-kendisine ve bebek-kendisine bakıyordu. Her ikisi de Şua Şua idi. Fakat onun bir parçası hileler, yaramazlıklar yapıyor, itaat etmiyordu. Li Peng onları sadece seyrediyordu. Büyük-onu ve küçük-onu seyrediyordu. Mesafesini koruyordu, sadece bakıyordu.

Bir gün Şua Şua uyuyordu. Li Peng meraklanmıştı, çünkü Şua Şua ile oğlu arasındaki ilişkiyi anlayamıyordu ve oğlanla kendi ilişkisini kurmayı denemek istiyordu. Böylece oğlan annesinden önce uyandığında Li Peng onun dikkatini çekti ve ikisi birlikte uzaklaştılar. Başından beri Li Peng kendisinin ve oğlanın iki farklı beden olduğunu biliyordu. Oğlan "öteki" idi, kendisi yani Li değildi.

Li Peng, Lig Lig Le'ye nasıl avlanılacağını ve balık tutulacağını öğretti, oğlan mutluydu. Şua Şua uyanıp küçük bedenini arayıp bulamadığında mutsuzdu. Ağladı ve ağladı. Çünkü bir parçasını kaybetmişti. Çığlıklarının duyulacağını umarak avaz avaz bağırdı fakat Li Peng ve küçük oğlan uzağa gitmişlerdi.

Ne var ki, sonuçta aynı sürüye ait olduklarından bir kaç gün sonra Şua Şua her ikisiyle yani baba ve çocukla karşılaştı. Bebek-bedenini geri almak istedi fakat o reddetti çünkü annesinin bilmediği şeyleri kendisine öğreten babası ile de mutluydu.

Şua Şua kendi bedeninden doğmuş olsa da (o kendisi idi!) küçük bedenin kendi ihtiyaçları ve istekleri olan farklı birisi olduğunu kabul etmek zorundaydı. Lig Lig Le'nin annesine itaat etmeyi reddetmesi onların tek değil iki kişi olduklarını fark etmesini sağladı. Şua Şua, Li Peng ile kalmak istemiyordu. Lig Lig Le istiyordu. Her ikisi de kendi tercihlerini yapmışlardı! Her ikisinin de fikirleri vardı. Her ikisinin de kendi duyguları vardı. Onlar farklı insanlardı.

Bu kabullenme onu kendisini tanımaya itti: O kimdi? Çocuğu kimdi? Li Peng kimdi? Neredeydiler? Karnı bir kez daha şişerse, bir dahaki sefere ne olacaktı? Li Peng'i önceden sevdiği kadar seviyor muydu? O başka dişileri denediğine göre kendisi de farklı erkekleri deneyecek miydi? Bütün erkekler Li Peng gibi yırtıcı mı olacaktı? Peki ya kendisi ne durumdaydı? Aynı mı kalacaktı? Yarın ne olacaktı? Şua Şua kendine bakarak cevapları aradı.

Bu anda tiyatro keşfedildi. Şua Şua'nın bebeği geri alıp onu tamamen kendisine mal etmekten vazgeçtiği an, onun başka birisi olduğunu kabul ettiği, kendine bakıp bir parçasını boşalttığı an. O anda o, aynı zamanda hem oyuncu hem de seyirciydi. O seyirci-oyuncuydu. Tiyatronun keşfi ile bu varlık insana dönüştü.

Tiyatro budur: Kendimize bakma sanatı.

Augusto Boal, "Oyuncular ve Oyuncu Olmayanlar İçin Oyunlar", Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2003, s. XXV-XXXI.

19 Mayıs 2013 Pazar

Kaş - Limanağzı - Likya Yolu

Likya Yolu Hatırası :)

Fethiye Antalya arasında yaşamış olan Likya medeniyetine ait şehirleri birleştiren patika yollara verilen isim Likya Yolu'dur. Bu yolu kim akıl etmiş acaba diye meraklanınca altından azimli bir İngiliz asıllı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı çıktı: Kate Clow - Kardelen Karlı

Antalya'nın Kaş ilçesinin, Likya medeniyetindeki ismi Antiphellos'muş. Kaş'ın merkez meydanından denize bakınca sol tarafta bir yarımada görülür, orası Limanağzı Koyu'dur. Buraya kara aracıyla ulaşım yoktur. Bu koyda bulunan dört adet tesise ulaşabilmek için ya merkezden kalkan dolmuş-teknelere binip 15-20 dakika sürecek bir deniz yolcuğu yapmak ya da karadan Likya Yolu'nun 11. etabı olarak bilinen Kaş - Aparlai rotasının ilk 4,5 kilometrelik bölümü olan Likya - Limanğazı rotasını yürümek gerekiyor. Biz de sırtımıza kızımızı alıp, gidebildiğimiz kadar araba ile ilerledikten sonra takribi 3 kilometre yürüyerek Limanağzı Koyu'na indik. Yolda turist kafilelerine de rastladık..

Arabamızı bu evin önündeki geniş alana,
ağaç gölgesine park edip yola çıktık.
Likya Yolu boyunca kayalıklara ya da ağaçlara boyanmış, kırmızı beyaz
bu çizgiler doğru yolda olduğunuzu gösteriyor.

Makilerin arasındaki taşlık bir araziden ilerlemek gerekiyor.
İleride ulaşma istediğimiz Limanağzı Koyu görülüyor.

Zeytin ağaçlarının arasından ilerliyoruz.


Yol boyunca pek çok hayvan gördük. Şu ortada görülen beyaz keçi,
kendisinden yol istedim diye bana tos attı :)

Ağaçtaki kırmızı gözlü yeşil böceği görebiliyor musunuz?
Bir ara da çalılıklarda sürtüne sürtüne bırakılmış bir yılan derisi gördük. 

Fotoğrafın ortasında, denizin üstünde sarı kanatlı planör gibi
uçan bir nesne görüyor musunuz? İşte o bir kelebek :)

Tepeye ulaşıyoruz. Limanağzı Koyu arkamızda görülüyor.


Manzara muhteşem...
Biz geri dönerken, teknede güneşlenenler de bizim tırmanışımızı seyrediyorlardı :)
İniş biraz dik ve zorlu. O nedenle kızım babasının sırtına geçiş yapıyor.





Burası da koydaki dört tesisten sonuncusu, karadan gidince ilk tesis:
Nuri'nin Yeri. 


Nuri'nin yeri gözümüze bir hayli uzak görünüyor :)

Bir noktada iplere tutunarak iniş yapmak zorunda kalıyoruz.
Çok tehlikeli değil ama yükseklik korkusu olan biri için zorlayıcı olabilir.

İplerle indikten sonra bir
Anıt Mezar ile karşılaşıyoruz.

İşte Nuri'nin Yeri'ne vasıl olduk nihayet :)

Geldiğimiz yol ve Anıt Mezar uzaktan görülüyor...

Plajın genel görünüşü... Balıklar kıyıya kadar gelmişlerdi...


Mayıs ayında su henüz çok ısınmamış ama kızım girmeden duramadı...

Kızım küçükken ilk 2 sene, beş yıldızlı otellerde tatil yapmıştık. Ama şimdiki aklım olsa Limanağzı gibi arabanın olmadığı, insanların çocuklara sevecen yaklaştığı, insan nüfusunun az olduğu, havası temiz bir yerde, tahta barakalarda kalmayı tercih ederdim sanırım...

17 Mayıs 2013 Cuma

Düz Saç Acıtmadan Nasıl Taranır?



Bu konuda çok rahat ahkam kesebilirim :) Kendimi bildim bileli hızla uzayan ve gür saçlarım vardır.

Kızım da her çocuk gibi saçlarını taratmaktan hoşlanmıyor. Çocukların saçlı deri yapısı bizimkilerden çok daha hassastır ve bu nedenle daha çok acır. Ben de kızımın saçlarını rahat taranabilecek boya gelecek şekilde kestiriyorum. Kız çocuğudur, saçı uzun olsun, toka takayım, şekil yapayım diye düşünmüyorum. Büyüdükçe kendi tercihleri belirecektir, o zaman isterse saçını kendisi uzatır ve kendisi tarar. Şu anda saçı kısa olduğunda kendisi rahatça tarayabiliyor, taramak istemediğinde de saçı kötü görünmüyor. 

Benim tecrübem tamamen düz saç üzerine...

Öncelikle şunu söylemek isterim. Saç ıslakken taranmaz. Islakken taranan saç zor açılır, can acıtır ve ayrıca kırılır, zedelenir... Ben zaman zaman belime kadar gelen saçlarımı taramadan banyoya girerim, banyoda veya sonrasında da taramam. Saçım kuruduktan sonra taramaya gerek kalmayacak şekilde kendiliğinden açılmış olur zaten. Ama eğer ısrarla saçı ıslakken taramak zorundaysak o zaman en doğrusu akan suyun altında taramaktır. Bunun denemesini de pamukla yapmak mümkün. Çocuk için de hoş bir deney olur: Kuru pamuğu elimize alıp didikliyoruz, kolayca ayrılacaktır. Sonra pamuğu ıslatıyoruz, suyun altından çektiğimiz ıslak pamuğu didiklemeye çalışıyoruz; pamuğun parçalara ayrılmaya karşı direnç gösterdiğini göreceğiz. Aynı ıslak pamuğu tekrar suyun altına sokup suyun altında didiklersek, az önce direnen pamuğun, kolayca parçalara ayrıldığını görebiliriz. Saçı da aynen pamuk gibi düşünmek lazım...

Sabah uyandığınızda saç taramak gerektiğinde öncelikle sık dişli olmayan bir taraf tavsiye ederim. Ayrıca nedenini bilmiyorum ama kızım da, ben de tahta taraklarla daha rahat ediyoruz. Kendi saçınızı tarayacaksanız, elektriklenme yapmayacak bir fırça bulmak, saçınıza şekil vermek açısından daha uygun olacaktır. Ayrıca saçı tararken önce uç kısımlarını açarak, yavaş yavaş yukarı doğru taramak gerekiyor. Saçı iki gözün ortasından hizalayıp iki parçaya ayırarak taramak da işe yarıyor.

Eğer saç acıyorsa, annelerimizin önerisi: Tarağı ıslatarak saçı taramak. Hatta sirkeli su kullanırsak, sirkenin de saç yumuşatıcı etkisini kullanabiliriz. Sirkenin kokusu uçar gider, saçta kalmaz. Annem yanına bir tas koyar, tarağı içine batıra batıra tarardı saçlarımı :)

Ve son zamanların bombası: Argan yağı. Argan yağı içeren ve saç taramayı kolaylaştıran pek çok ürün mevcut piyasada. Fısfıslı ürünler de var... Ben banyo esnasında yumuşatıcı kullanmıyorum. Bunun yerine banyodan sonra saçlarıma argan yağı sürüyorum. Bu şekilde ıslakken bile taranabiliyor. Ayrıca güneşe ve deniz suyuna karşı da koruyucu etkisi var.

En son kullandığım ürün şu, kokusuna bayılıyorum:


9 Mayıs 2013 Perşembe

Güneş Kremi Alternatifi Nedir?

34 aylık Kontes Kaş denizinde

Elbette kıyafettir :) Güneş kreminde mantık, derinin üzerinde bir tabaka yaratarak, gelen güneş ışığını geri yansıtmak ve derinin güneş ışığını emmesini engellemektir. Mineral koruyucular, kalın beyaz bir tabaka halinde cilde yapıştıklarından bir nevi kıyafet görevi görerek cildin güneş ışığını emmesini engelliyorlar. Nanoteknoloji ürünlerinin yani deriye sürüldüğü anda emilen, transparan kremlerin bu işlevi nasıl yaptıklarını ise bilemiyorum.

Bir de bir gün bir cilt doktoru bana "Tüm vücuda sürülen madde, ağızdan alınmış gibi olur." demişti ve o gün bir silkinip kendime gelmiştim :) Güneş kremlerinin içindeki kimyasallardan ve bunların olası yan etkilerinden bahsetmek de istemiyorum. Ama kullanacaksam bile olabildiğince az ve dar bir bölgede kullanmayı tercih ederim.

Kimyasallardan, dermatolojiden vs anlamayan biri olarak benim kafam basit çalışıyor. Eğer üzerimde kıyafet varsa, güneşe karşı korunurum. Üzerinde kıyafet olan biri güneş yanığı olmaz, öyle değil mi? 

Bir de kızım yürümeye başladıktan sonra şunu fark ettim: Eğer deniz kenarındaysak, bu çocuk tüm gün denizde. Sürekli denize çıkıp çıkıp giriyor. Bense peşinde koştururken deli gibi terliyorum. O terlemeye ve o kadar çok suya girip çıkmaya, hiçbir krem dayanmaz. Saat başı kremi tazeleyeyim desem, hem pratik değil, hem de vücuda alınan yabancı madde miktarını arttırıyor. Hele hele artık deniz kenarında yaşıyoruz. Nisan - Kasım arası denizdeyiz. Sürekli kremlenecek olsak eminim güneş kremi endüstrisi çok mutlu olurdu :)

11 aylık Kontes'in ne kadar uzun süre denizde kaldığının belgesidir :)
Ayaklar buruş buruş...


Bu nedenle kızım da, ben de güneşten şu şekilde korunuyoruz:
  • Denize girmeye mümkün olan en erken tarihte başlıyoruz. Yaz tatiline Mayıs sonunda çıkıyoruz. Şu anda deniz kenarında yaşadığımız için Nisan itibariyle denize girmeye başladık. Böylece tenimiz yavaş yavaş kararıyor, güneşin zararlı etkilerinden korunmak için pigmentlerimize fırsat tanıyoruz :)
  • Saat 11.00-17.00 arasında mümkün mertebe denize girmiyoruz. O sıralarda ağaçlık alanlara çıkıyoruz veya kütüphaneye gidiyoruz veya üstü kapalı çocuk parkında oynuyoruz veya balkonda havuz yapıp içine giriyoruz vs vs.
  • Kızım denizde koruyucu deniz tişörtü giyiyor. Bu tişörtleri Decathlon Mağazası'ndan alıyoruz her sene: http://sports.decathlon.com.tr/TR/uv-korumali-ustler-183000709/


23 aylık Kontes Bodrum'da...

  • Gölgede oynarken de eğer serinse pamuklu bir tişörtle, çok sıcaksa da ıslak deniz tişörtü ile duruyor. Kafasında da şapkası mutlaka oluyor. Çok sıcaksa denizde de şapka takıyor ve kumla oynarken de ıslak şapka ile oturuyor. Küçük bebekler için gölgelikli simitler de iyi bir alternatif.
8 aylık Kontes Antalya'da...
Yanmaması için Mayıs ayında tatildeyiz.
Üşümemesi için "wet suit" giyiyor.
Şu yazımda anlatmıştım o giysiyi...

Aniden suya girmek isteyince, tişörtü ile girmiş,
hava sıcakmış sanırım :)
10 aylık Kontes Kadırga Koyu'nda benim tişörtümü giymiş :)

22 aylık Kontes Antalya'da.
23 aylık Kontes, İstanbul Karaburun'da...
23 aylık Kontes Bodrum'da...

  • Yüzünü korumak için de geniş siperlikli şapka takıyor.
22 aylık Kontes Antalya'da...
Yüzünün gölgede kalan kısımları belli oluyor zaten.

23 aylık Kontes, Ordu Ünye'de...
Tişörtü biraz uzun almışız sanki? :)
  • Şemsiye ya da çadır gölgesinde oynuyor:
8 aylık Kontes Antalya'da...

11 aylık Kontes İğneada'da...

  • Yine de zaman zaman güneş kremi kullanmak gerekebiliyor. O zaman da zaten her yeri kıyafetlerle kapalı olduğundan sadece açıkta olan az bir bölgeye sürüyorum. Kullanacağım kremi önce şu siteden kontrol ederek seçiyorum: http://www.ewg.org/skindeep/search.php. Mümkün mertebe organik, yoksa mineral koruyucu, o da yoksa 20 faktörlü koruyucu kullanmak gerekiyor...
Geriye kalan zamanlarda yani sabah ve akşam saatlerinde, kızım tamamen çıplak ve özgür. Vücudu D vitamini aldıkça, bağışıklığı da güçleniyordur diye ümit ediyorum.

Güncelleme: Yeni edindiğim bir bilgiyi paylaşmak istiyorum. Pamuklu kumaştan giysilerle suya girmemek gerekiyormuş. Öncelikle pamuk çok su tutup, geç kururmuş. Bu nedenle çocuğun üşümesine neden olabilirmiş. Ayrıca pamuklu kumaş ıslanınca güneşten korumazmış, bilakis güneş ışığını cilde daha da yaklaştırırmış. Pamuklu kumaş kuru halde giyildiğinde 50-60 koruma faktörü varken, ıslak giyildiğinde UV geçirgenliğine sahip oluyormuş. Pamuklu kumaş ıslandığında, pamuk liflerinin içindeki damlacıklar, mercek etkisi yaparak güneş ışığını cildin daha da derinlerine itiyormuş. Literatürde ıslak pamuklu tişört ile denize girip cilt dokusu bozulan bir çok insan varmış. Denizden çıktıktan sonra da mutlaka kurulanmak gerekiyormuş. Çünkü cilt üzerindeki damlacıklar, benzer bir şekilde mercek etkisi yaparak, cilt lekelenmelerine neden oluyormuş. 
Deniz kenarında otururken kuru olarak kullanılabilecek bir diğer tekstil ürünü ise yünmüş. Yapay güneş koruyucular en fazla 100 faktör olabiliyormuş ki onlar da yasaklanmış, şu anda piyasadaki en güçlü koruyucu 50 faktör sanırım. Çünkü güneş koruyucunu arttıran kimyasallar, kremdeki kimyasal yükünü de arttırıyor ve cilt kanserinden kaçalım derken diğer tür kanserlere neden oluyormuş. Fakat doğada 360 SPF koruma faktörlü bir elyaf varmış: Yün. Yünün doğal klima özelliği de var. Yani yazın serin, kışın sıcak tutuyor.  Üzerindeki kutikula tabakası ve yün elyaflarının içindeki doğal boşluk nedeniyle  oluşuyormuş bu klimatik özellik. Ben kızımın araba koltuğunda ve pusetinde yün kullanıyordum.  Yazın çok rahat ediyordu. Çöldeki bedeviler de yüzyıllardır yün giysiler giyerlermiş. 
Özetle: Çocukları pamuklu giysi ile denize sokmamak, ıslak şekilde güneşte bırakmamak ve UV filtreli  mayo tişörtler kullanmak gerekiyormuş. UV korumalı giysi yerine uzun kollu, bol beyaz keten veya keten-pamuk gömlekler de giydirilebilirmiş. 
Bu bilgileri bizimle paylaşan Tekstil Mühendisi arkadaşımız Göknur'a teşekkürlerimle...